FLAŞ HABERİSTANKÖYLÜ KIZ

İSTANKÖYLÜ KIZ ZÜHRE

İSTANKÖYLÜ KIZ ZÜHRE

Yazan :

Zühre HELEBİ AVCI

İlk Düzenleyen:

Gökçe METİN & Melek AVCI METİN

Son Derleyen ve Düzenleyen :

Ali DİZDAR

YİRMİNCİ BÖLÜM

***

Sözü tekrar İstanköylü Kız Zühre’ye bırakıyorum.

 

 

Mart ayının kaçıydı bilmiyorum ama günlerden Perşembe idi. O gün için hazırlandık. Annem, ninem, ben, yeni evli Ömer dayım ve dayımın hanımı beş kişi olduk. Sait Kaptan fazla eşya almasınlar diye tembih etmişti. Bahçemize veda ettik. Keçimizi, yanaklarından öptüm. İki yakın komşumuza veda ettik, her şeyi eşeğe yükledik. Bizim eşyamız ne olur ki. Kimisini biz aldık, kimisini ağabeyime bıraktık ve artık gidiyorduk. Annem Küçük Limana varana kadar arkamızdan çabuk gel diye ağabeyime dil döktü. Küçük limanımız kalenin arkasındadır.

 

Diğer gidecekler bizden evvel gelmişler, kayığa yerleşmişlerdi. Bizim eşyalarımız da kayığa verildi, yerleşti. Ağabeyim izin kâğıtları ile çıkageldi. Kim gidiyorsa isimleri yazılmış. İzin kâğıtlarımızı elimize verdiler. Annem Kalimnos’a kulak tedavisi için, öbürü göz doktoruna, beriki karın ağrısı için gidiyor diye bir şeyler uydurup yazmışlardı.

 

Alman hükümeti bizim nereye gidiyor olduğumuzu bilmez olur mu ki. Aptal değillerdi elbet, bile bile bizi böyle Anadolu’ya nasıl gönderiyorlardı. Denizlerde henüz tehlike bitmemişti. Daha ne kadar oldu bilmem Rodos’tan gelen bir yolcu vapurunu batırmışlardı. Kurtulan çok azdı. Bize de böyle bir şey olması muhtemeldi. Sanki bizi bilinçli olarak gönderiyorlardı. Eğer denizde başımıza bir felaket gelirse, onlar kaçarken boğuldular, bizim bunda bir suçumuz yok diyeceklerdi. Bize ne olacağının onlar için önemi yoktu. Onlar için önemli olan adadaki yaşamı düzenlemekti. Ellerine geçirdikleri küçücük bir adada, yenilecek bir şey kalmadıysa, en iyi yöntem insanların kaçmasına göz yummak, doyurulacak insanları azaltmaktı.

 

Elbette bunları o günkü heyecanlı ve telaşlı halimizle aklımıza gelmesi mümkün değildi. Çok sonraları anıları yad ederken konuşulmuştu. O gün ve o an aklımızda ne olursa olsun adadan kaçmak vardı. Kaçmaya karar vermiştik. Açlıktan, harp korkusundan, fakirlikten, ne olacağını bilemediğimiz gelecekten, kaçıyorduk. Ölümü göze alarak ölümden kaçıyorduk.

 

Sait Kaptan’ın tamir ettirip İstanköy’den Bodrum’a yola çıktığımız kayık bilmem kaç yıl karaya çekilip bir kenarda beklemiş ve sonra tamir edilip denize atılmış, gidenlerden hiçbirimiz de önceden gidip kayığı kontrol etmemiştik, kimse sorup soruşturup araştırmamıştı. Bu işi sadece Sait Kaptan biliyor. İşimiz kaptanla Allaha kalmıştı.

 

Artık ayrılma zamanımız geldi. Annem oğlunu koklayarak öptü. Öperken de muhakkak yanımıza gelmesini söyledi. Ben de ağabeyimin boynuna sarıldım, ben de gelmesini, beklediğimi söyledim. Ve diğer aileleri de uğurlamaya gelenler ağlaşıp vedalaştılar. Ninem, annem, ben, Ömer dayım ve eşi Sıdıka yengem hep beraber kayığa bindiğimizde akşamüstüydü ama henüz güneş batmamıştı. Kayığımız hareket edip limandan çıktık ama hala ağlıyorduk. Allaha emanetiz artık.

FOTO İKZ 015

 

Herkes adanın tenha kıyılarından, gece karanlığında adadaki Yunan motorları ile gizli gizli Karga adasına kaçarken, biz onca Alman askerinin nöbet tuttuğu, kuş bile uçurtmadığı limandan, gidebilirler izin belgeleri ile hem de adaya el sallayarak çıkıyor ve Bodrum limanına gidiyorduk. Bu büyük bir şans değil de nedir. Buna kimse akıl erdiremediği gibi biz de Anadol’a mı gidiyoruz, sahi mi yoksa hayal mi, nasıl oluyor bu iş, yoksa bu bir oyun mu? Bizi de Yahudiler gibi vapurlara doldurup yakmaya gönderirler mi? Ya da denizin ortasında kayığımızı batırıp bizi boğulmaya terk ederler mi diye fesfese ede ede gidiyorduk. Alman askeriyle göz göze gelmemek için görünce gözlerimizi kaçırıyorduk. Bunlar cani, Yahudileri hiç acımadan yok ettiler, bize mi acıyacaklar diye korkuyorduk. Hem seviniyorduk hem de çok üzgündük. Annem ve ben sürekli ağlıyorduk. Böyle garip bir durumdaydık.

 

Sait Kaptan yelkenleri açtı, havada Mart serinliği vardı. Limanda kalanların arasında ağabeyime uzaklaşıncaya kadar el salladım. Gözden kayboluncaya kadar onu izledim. Rüzgâr fazla esmediği için pek fazla uzaklaşamadık yavaş yavaş gidiyoruz. Yavaş yavaş da karanlık basmaya başladı. Onca insanız, kayıkta çıt yok. Herkes neler düşünüyordu kim bilir.

 

Artık adadaki insanları göremiyoruz, sadece sokak lambaları solmuş çiçekler gibi gözüküyor. Daha Bodrum’un dağlarına yanaşmadık bile, ortada bir yerdeyiz sanki. Azıcık rüzgâr esiyordu oda gitti. Havada hiç mi hiç esinti yok. Kayığımız durdu. Gözlerimizde hiç uyku yok. İyice karanlık basınca borda fenerlerini yak dedi gemiciye Sait kaptan. Gaz lambalı fenerlerini yakıp direğin kenarlarına astılar artık yönümüz Bodrum Limanı. Ben annemin dizinin dibinde oturuyorum ama hep ağabeyimi düşünüyorum, nasihatleri kafamın içinde dönüp duruyordu. Kardeşimizi de bulup yanınıza alın demişti. Uğurlamada pek fazla kişi yoktu. Belki de Almanlardan korkup gelemediler. Bunları düşünürken meçhule doğru yelken açtığımız aklıma geldi. Ağabeyim kafamdan kayboldu, gidip yaşayacağım romanı okumaya başladım. Asıl yaşantımız şimdi başlıyordu.

 

Çok yavaş ilerliyorduk kayığın ortasındaki ambarda birbirlerine yaslanıp oturan özgürlüğü düşünerek meçhule doğru gitmeye çalışan bir dolu kişiydik. Adamızı bombalayan İngilizlere de Vapurları batıran Almanlara da rastlasak halimiz haraptı. Şanstan başka birde rüzgâra ihtiyacımız vardı.

 

Adamıza baktım artık epey uzaklaşmışız. Mehtap yoktu, gecenin iyice karanlığa büründüğü saatlerdi. Hafif esen rüzgâr da sönmüş, yelkenler teknenin ortasına asılmış perde gibi duruyordu. Bugün denizin suskunluğu üstünde, hani derler ya deniz çarşaf gibi diye işte öyle. Deniz bazen uslanır bazen de batıracak kayık arar. Bu gece biz garibanların şansızlığı mı şansımı bilemedim. Kaptan bir ümit gece yarısı rüzgâr çıkar diye bekledi. Genellikle gece yarısı hava değişimi yaşanır farklı yönlü rüzgâr çıkabilirmiş. Ancak olmadı, gece sakinlikte inat etti. Sait Kaptan daha fazla beklemeyip seslendi; “Beyler bu hava bizi Bodrum’a götürmez yelkenleri topluyorum sırayla kürek çekeceğiz” dedi.

 

 

Dediği gibi yapıldı. Teknenin başına doğru ters çevrilmiş duran küçük kayığı denize indirdiler. Erkekler sırayla sandalda kürek çekecek, teknenin başından kayığa bağlı bir iple bizi Bodrum’a çekerek götürecekler. Küçük bir sandal içi dolu koca tekneyi çekebilir mi? Çekebiliyormuş demek ki. Adada neredeyse tüm erkekler kürek çekmeyi çocukken öğrenirlerdi. Erkekler sırayla küçük sandalda kürek çekiyorlardı, yorulan geliyor diğeri iniyordu sandala, herhalde gidiyorduk, gecenin karanlığında bizim bir şey gördüğümüz yoktu ve heyecandan gözümüzde bir damla uyku da yoktu.

 

 

Koca bir kalenin yanından Bodrum Limanına girdiğimizde henüz sabah olmak üzere idi. Horozlar ötüyor, köpekler havlıyordu. Henüz ortalıklarda kimsecikler yoktu, Bodrum’da sessizlik hâkimdi. Limanın ortasına demir atıp beklemeye başladık. Hava iyice aydınlanınca etrafı seyre daldım. Atatürk’ümün tüm düşmanları kovup bizlere hediye ve emanet ettiği Anadolu’daydım. Türkiye’min havasının kokusunu ilk defa içime çekiyordum. Etrafıma göz atarken Bodrum kalesinin en tepesindeki ay yıldızlı bayrağımızı gördüm. Bayrağımızın dalgalanışını seyrederken çektiğimiz tüm açlıkları, tüm korkuları, tüm yoksullukları birden unutmuştum. Al bayrağımızın böyle görkemli dalgalanışını ilk defa görüyordum ve tüm kalbimle ona âşık olmuştum. Öyle güzeldi ki gözümü ayıramıyordum, sanki bana gülümseyerek “hoş geldin küçük kız” diyordu. Hayal aleminde Bodrum kalesinin en üst tepesindeki bayrak önüme geldi, tam onu öpüyordum ki annem koluma dokundu. Ona ay yıldızlı bayrağımızı gösterdim. Annem “onun gibi daha çok göreceksin yavrum, Allaha şükür sağ salim geldik. Bundan sonra burası bizim vatanımız olacak” dedi.

 

Limanın ortasında bekliyorduk ve bizi rıhtıma yanaştırmıyorlardı. Eyvah eyvah, doğrudan geldik diye bizi kabul etmeyecekler mi, geri gönderirler mi acaba? Karga adasına çıksak daha iyi mi olurdu diye endişelenip duruyorduk. Ömer dayım kaptana neler oluyor diye soruyordu, o da bir şey bilmediğini söylüyordu. Biraz sonra sahilden bize doğru bir motor geldi ve kayığımıza yanaştı. Kolcu motoruymuş, içindeki kolculardan biri “siz burada biraz daha bekleyeceksiniz, daha memurlar işbaşı yapmadı” dedi. Biraz rahatladık. En azından bizi kovmamışlardı. Hakikaten daha çok erkendi sabah olmuştu ancak daha güneş doğmamıştı ve biz sabırsızlıkla bekliyorduk.

 

Beklerken de limanı ve etrafını inceliyordum. Limanın önü taşla örülmüş olmalı ki taşlar denizin içine yıkılmıştı. Limanın kimi yerlerinde denize girilebilir sahil vardı ve birkaç balıkçı sandalı da rıhtıma bağlanmıştı. Kıyının hemen yanında camiler vardı hatta birisi denizin içinde gibiydi. Kıyıdan uzaklara baktığımda çok fazla ev göremiyordum. Yani köy manzarası vardı. Burada da bizim depremde yıkılan evlerimiz gibi evler vardı. Bu evler de bizimkiler gibi geren damlı evler olmalı diye düşünmüştüm. Kiremit çatılı evler de vardı ancak tek tük idi. Bizde de vardı ancak zenginlerde olurdu. Biz damlarımıza geren denilen toprağı sererdik. Hiç su geçirmezdi, her iki yılda bir gereni yenilerdik. Bizi geri göndermezlerse buraları belki gezer görürüz diye düşünmüştüm.

 

Biz kayıkta oturup memurların gelmesini beklerken, kale yanındaki rıhtıma da insanlar gelmeye başladı. Her gelen durup karşıdan bize bakıyordu. Saatler ilerledikçe insanlar çoğalmaya başladı. Kıyıya doluşan insanlarla kayığımızdakiler arasında el sallaşmalar başlamıştı. Zannederim kıyıdakilerin çoğu daha önce kaçıp Bodrum’a gelmiş adalılar olmalıydı. Bizim kayığın geldiğini haber almış olanlar, akrabasını bekleyenler ya da bizden biri var mı diye bakmaya gelmişlerdi. Kayıkta tanıdığını gören el sallıyordu. Biz de sahildeki kalabalığın arasında babamı kardeşimi ya da dayımı görebilir miyiz acaba diye dikkatli dikkatli bakmaya başladık. Annemin gözleri elbette oğlunu arıyordu. Haber aldılarsa belki gelirlerdir diye ümit ederek. Biraz sonra Mehmet dayım, elinde oğlu Bekir’le kalabalık arasında göründü. Biz de el sallaştık. Sahil Bodrumlu ve daha önce kaçan İstanköylülerle doldu. Ancak babamla kardeşim Mehmet’i göremiyorduk. Annemin gözyaşları gene dökülmeye başladı. Herhalde babası başka memlekete gitti, çocuğu da götürmüştür. Yoksa gece vakti kaçarken kayıktan denize düştü de kimse görmedi mi diye söylenmeye başladı

 

Zaten bu konuda daha önce bir fırtına atlatmıştık ki hem de ne fırtınaydı. Adada yaşlı bir Yorgo amcamız vardı, leblebi, akide şekeri satar, elinde sepetiyle bizim tarlamızın oralara kadar da gelirdi. Seker alalım diye biz de onun yolunu gözlerdik. Kardeşim Mehmet’in Türkiye’ye kaçtığı günlerde, Yorgo amcanın da kardeşimin kaçtığından haberi vardı. O günlerde biz üzüntü içindeyken, Yorgo amca da gelip anneme, senin oğlan Mehmet’in ölüsü deniz kenarına vurmuş demez mi. Haydi ayıkla pirincin taşını. Zaten bir çocuğunu kaybetmiş kadına böyle bir şey çok ağır gelirdi. Annem yine bayıldı ayıldı. Annemi teskin edemiyordum. Ne yapacağımı şaşırdım. Ağabeyime haber yolladım, işini bırakıp eve koştu geldi. “Anne sen delirdin mi, öyle bir şey olsa bizim haberimiz olmaz mı, bir haftadır ölüsü bulunmaz mı” diye diye annemi zorlukla yatıştırmıştık. Şimdi, oğlunu görmedikçe bu olay aklına gelir de doğru mu acaba diye haklı olarak fenalık geçirirse diye ödüm kopuyordu.

 

Biz sahilde kardeşimi arar dururken, memurlar işbaşı yapmışlar galiba. Kolcu motoru gelip bizim kayığa yaklaştı ve kayığımıza çıktılar. Kaç kişi olduğumuzu saydılar. Biz endişe içinde geri gideceksiniz diyecekler mi diye memurların ağzına bakıyorduk ki Kolcular bizim kayığı kendi kayıklarına bağlayıp kıyıya doğru çekmeye başlayınca rahatladık. Bizim kayığı çekerek rıhtıma yanaştırdılar. Bizi kayıktan indirdiler ama eşyalarınız şimdilik kayıkta kalsın dediler.

 

Biz rıhtıma çıktık ama karşılamaya gelenleri bize yaklaştırmıyorlardı. Önce bizi doktor görecekmiş bizde hastalık var mı diye kontrol edecekmiş. Karşılamaya gelenlerle uzaktan uzaktan konuşuyorduk. Nasılsınız, iyi misiniz, işte filanlar da gelecek mi, haberiniz var mı diye soruyorlardı. Ah bir gelseler, burası rahat diyorlardı. Herkes karşılıklı konuşurken, kalabalığın arasında babamı gördüm, yalnızdı. Beni görünce hoş geldiniz kızım dedi. Kardeşime bakındım göremedim. Hoş bulduk baba, Mehmet yok mu dedim. Babam şöyle bir yanına ve arkasına bakındı. Oyuna daldıydı haber yolladım, şimdi gelir dedi.

 

Bizim geldiğimizi gören akraba, komşu, herkes birbirine haber vermiş, haberi alan limana koşmuştu. Liman adadan kaçanlarla dolmuştu. Kardeşimin geleceğini anneme söyledim çünkü aklını kaçırmak üzereydi. Kalabalığın arasından gözleri sürekli onu arıyordu. Kalabalık umurunda değildi. Bizi topluca bir yere götürecekleri sırada nihayet kardeşim çıkageldi. Galiba çok koşmuş, soluk soluğa el sallıyordu. Toparlanmış, yanakları tombullaşmıştı. Annem çocuğunu görünce gene ağlamaya başladı. Elbette kolay değildi 4 aydır çocuğuna hasretti üstelikde hiç haber alamamıştı.

 

YİRMİNCİ BÖLÜM SONU.

Daha Fazla Göster

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu