FLAŞ HABERİSTANKÖYLÜ KIZ

İSTANKÖYLÜ KIZ ZÜHRE

İSTANKÖYLÜ KIZ ZÜHRE

Yazan :

Zühre HELEBİ AVCI

İlk Düzenleyen:

Gökçe METİN & Melek AVCI METİN

Son Derleyen ve Düzenleyen :

Ali DİZDAR

YİRMİBEŞİNCİ BÖLÜM

***

1945 yılına girmiştik. Her yılın bir sürprizi olmuştu. Bakalım bu yıl bize ne sürpriz yapacak diye merak ediyordum. Kış gelmişti ancak ılıman geçiyor dondurucu soğuklar yaşamıyorduk. Biz Nazilli’ye geleli 8 ay olmuştu. Nazilli’yi çok sevdik. Artık fabrika arkadaşlarımla da iyice kaynaşmıştım. Yemeğe hep beraber kol kola gidiyorduk. Ben konuşmayı çok sevdiğimden biraz çenesi düşük olmuştum. Onları güldürmek için elimden geleni yapıyordum. Okuduğum bazı mecmualardaki hikâyeleri ballandıra ballandıra anlatıp onları güldürmek beni mutlu ediyordu.

 

1945 Mayıs’ında Nazilli’ye gelişimizin birinci yılı doldu. İlkbaharın güzel günlerini geride bıraktık. İkinci cihan harbi de sürüyordu. Adadan hiçbir haber alamıyorduk. Aklımız sürekli ağabeyimde neler yapıyor hiç bilmiyoruz. Hala mektuplaşmak mümkün değildi. İnsanlar hala kaçıyor mu, bombardıman var mı, meraktayız. Arada sırada aldığım gazetede harbin bittiği haberini okumayı umut ederek haberleri okuyordum. Yazmıyordu ama okuduğum metinlerde Hitler’in yenilmek üzere olduğunu da anlıyordum.

 

Mayıs ayı sonuna geldik ve mektepler kapandı. Heyecanla kardeşimin karnesini bekliyoruz. Mehmet karnesini aldı geldi, O da biz de havalara uçtuk, karnesi çok iyiydi, beşinci sınıfa geçmişti. Mehmet diploma alacak diye çok sevinmiştik.

 

1945 Temmuz ayındaydık. Nazilli’nin meşhur sıcakları bastırmıştı. Bir gazete aldım. Manşetinde “ALMANYA TESLİM OLDU SAVAŞ BİTTİ” yazıyordu. O gün evimizde bayram vardı. Artık ağabeyimle irtibat kurabilecektik. Onu harbin içinde bırakıp gelmiştik. Türkiye’ye geleli bir yılı geçti, annem neredeyse her gün ağabeyimi sayıkladı. Bazen keşke o da gelseydi, orada çalışacağına burada çalışırdı, beraber olsaydık deyip duruyordu. Bu yıl art arda mutlu haberlerle sevinir olmuştuk. Yoksa kaderimiz değişiyor muydu? Kötü sürprizlerden kurtulmuş muyduk? Daha ne iyi haberler duyacağız diye içim sevinçle doluydu.

 

Eylül ayındayız ve gazetelerde şöyle bir manşet gördüm “12 ADALAR TÜRKİYE’YE VERİLİYOR”. Okuyunca şöyle bir durakladım. Bu haberde bir gariplik vardı. Türkiye harbe girmedi ki adaları bize versinler. Durup dururken 12 adaları niye bize versinler ki? Bunda bir yanlışlık var gibi gelmişti bana. Ancak bu konuyu Büyük Millet Meclisimiz ele almış olmalı ki gazeteler yayınlamıştı. Bir anlam veremeyip merakla beklemeye başladık. Bir gün babam kahveden geldi ve duyduklarını anlattı.

 

12 adaların Türkiye’ye verilmesinin ihtimali yüksekmiş. Bir nüfus memuru İstanköy’den gelenlerin evlerini gezmeye başlamış, onları adaya dönmeye razı edeceklermiş. Adalarda Türkler, çoğunluk görünürse adalar Türklere verilirmiş.

 

Bunu nasıl başarabilirler ki diye düşündüm. Benim bildiğim sadece İstanköy ve Rodos adasında Türkler vardı ancak diğer 10 adada sadece Yunan halkı vardı. Rodos’u bilmiyordum ama İstanköy’deki, Türk ailelerinin çoğu zaten Türkiye’ye kaçmıştı. Ada neredeyse boşalmış gibiydi. Zaten bizler orada iken bile azınlıktaydık. Bu çoğunluk olma işini nasıl başarabilirler hiç aklım yatmıyordu.

 

Türkiye’ye kaçanların çoğu işini, gücünü yeniden düzenini kurmuşlardı. Orada ne yapacağını bilmeden kim geri gitmek isterdi ki? Göndermek isteseler kaç hane geri giderdi ki? Diye düşünüyordum.

 

Hele biz, daha Türkiye’mize geleli ne kadar oldu ki, şimdi niye geri gidelim. İşimiz iyi, çalışıp geçinip gidiyoruz. Biz devletimiz sayesinde açlığı tarihe gömdük. Geri gidersek bırakıp geldiğimiz ne evimiz ne de tarlamız vardı. Bizim için en ideal yer burası diye düşünüp söyleniyorduk. Böyle bir şey duymak bizi hem çok şaşırttı hem de endişelendirmişti.

 

Kafalarımız allak bullak olmuş, böyle ve benzer söylentiler birbirini kovalarken bir gün Ahmet diye bir devlet memuru bizi ziyarete geldi. Biz annemle o gün gece vardiyasından yeni gelmiştik henüz yatmamıştık. Babam da evdeydi, Ahmet Bey bir kahvemizi içti ve anlatmaya başladı.

 

Bir an önce gitmekte yarar varmış. Oraya gidip nüfusu çoğaltmalıymışız. Gidersek ve adalar bize verilirse, devlet bize orada her türlü yardımı yapacakmış. Şayet tersi olur da geri gelmek istersek, devlet bizi gelip alacak ve istediğimiz şehirde yerleşmemizi sağlayacak yeniden ev ve iş verecekmiş. En azından evimiz, malımız olacakmış. Açıkgöz olup, malları kapmalıymışız. “Adaları üstümüze alalım, kendi memleketinizde fakir kalmayacaksınız” dedi. Gidersek de karlıymışız, dönersek de. Ahmet Bey yine ekliyor, adaya gidecek olan göçmenler adaya kadar teslim edilecek, her türlü masraf devlet tarafından karşılanacak. Buna benzer daha bir sürü sözler verdikten sonra. “Şu anda devletimizin sizlere çok ihtiyacı var” dedi Ahmet Bey.

 

Daha ne isteriz. Vaatler çok mükemmel. Belki birkaç dönüm tarla ile bir eve de kavuşmuş olacaktık. Bu şekilde olursa Ahmet beyin söyledikleri iyi bir teklif gibi gözüküyordu.

 

Bombardımanın, açlığın, korkunun, yokluğun içinden ölümü göze alarak kaçıp gelmiştik. Sağ olsun Devlet bize kucağını açtı. Bizler de çalışkan insanlardık. Ne iş verirlerse yapmaya hazırdık. Bizi buraya Sümerbank Fabrikasına getirdi. Artık istikbaliniz burada dedi. İşiniz ve şehriniz burası dedi. Hiç itiraz etmeden kabullendik ve sevdik seve seve de çalışıyoruz. Ölüm korkusundan kurtulduk, kafamız dinlendi, karnımız doydu. Aklımızda ne ev ne de tarla edinmek vardı. Ancak bu durumda ne yapmamız gerekiyor aklımız karışmıştı. Elbette devlete yardım etmeyi seve seve isteriz ancak bu vaatlere inanalım mı inanmayalım mı? Durduk yerde huzur mu battı da her şeyimizi bırakıp yeni bir maceraya atılmak isteyelim?

 

Herkes evlerinde akrabaları ile toplanıp fikir yürütüp tartışmaya başlamıştı. Biz de öyle yaptık. Dayımlarla toplanıp, nasıl olur, gitsek mi gitmesek mi diye tartışıyorduk. Konuşulanlar hep aynıydı.

Avantajlı duruma gelmek olduğu gibi elde ettiklerimizi de kaybetme tehlikesi vardı. Elbette bizler adaya dönersek oradakilerle beraber epey kalabalık oluruz. Gidersek ve adalar da Türklere verilirse mutlaka rahatımız iyi olur ancak adalar bizlere verilmez ve geri de gelemezsek halimiz kötü olurdu. Ancak devlet garanti veriyordu. Bu kadar inandırıcı bir şey olur muydu? Koskoca devletin görevlisi yalan söyleyecek değildi. Sadece kendimizi değil devletimizi de düşünmemiz gerekir. Gibi bir sürü konuşma ve tartışma yapılıyordu.

 

Bu konu günlerce konuşuldu, herkesin kafasına dönme fikri yavaş yavaş yerleşmeye başlasa da anneler babalar haklı olarak kuşku içindeydi. Kurulu düzenini, düzene koyduğu hayatını riske atmak istemiyorlardı. İskân memuru günlerce ev ev dolaştı. Ahmet Bey’in “DEVLETİN SİZE İHTİYACI VAR” diye başlayan konuşması insanları bayağı etkilemiş olsa gerek İstanköylülerin yüzde doksanı dönmeye karar verdiler. Bu karar verenlerin içinde biz de vardık.

 

Adaların Türklere verilmesinde bizim de katkımız ve rolümüz olacaksa neden geri gitmeyelim ki. Neden adalar bizim olmasın dedik ve geri gitmeye gönüllü olanlar adımızı soyadımızı yazdırdık. Birkaç memur ev ev dolaşıp adaya dönecekleri grup grup sıraya koydular. Gruplarda kimler var kaç kişi olduk pek bilmiyorduk. Bunu trene binerken öğrenecektik. Bodrum’dan Nazilli’ye bizi kamyon kasalarında getirmişlerdi ancak dönüşümüz öyle olmayacakmış. Önce Nazilli’den trenle İzmir’e, oradan da vapurla Bodrum’a gidecekmişiz. Bodrum’dan da motorlarla adaya geçecekmişiz.

 

Yaşımız ilerlese de biz henüz daha çocuk ruhluyduk. Bize gezmek ve macera denildi mi akan sular dururdu. Oh ne iyi, trenle yolculuk, sonra da deniz sefası yapacaktık. Ama sonumuz ne olacak kafamız daha bunu idrak etmiyordu.

 

Artık Adaya dönüyorduk, orada evimiz de yoktu. Mecburen kirada oturacaktık. Sakla samanı gelir zamanı diye boşuna dememişler, annemle kenara koyduğumuz birkaç Cumhuriyet altını işte şimdi işe yarayacaktı. Adada Türk parasının geçerli olmadığını bildiğimizden altın altındır diye Cumhuriyet altınlarını yanımıza aldık.

 

Gitmeye karar verdik ancak şimdiye kadar adadan ve ağabeyimden hiç mektup ya da haber alamadığımız için Ada ile ilgili kafamızda birçok soru vardı. Acaba adayı hangi hükümet idare ediyordu. İtalya desek, onlar biz orada iken gitmişti. Almanya desek, harp bittiğine göre onlar da gitmişlerdir. Ancak gidince öğrenebilecektik. Haydi bakalım, meçhule doğru bir yelken açtık, Allah sonumuzu hayır eylesin diyorduk.

 

Yaklaşık bir buçuk yıldır Nazilli’de ikamet ediyorduk. Yazına kışına alışmıştık. Durumumuz da iyi idi ancak bu teklif de çok cazipti, adalar bizim olursa orada mal sahibi olacaktık, verilmezse de yine Türkiye’ye dönüp mal sahibi olabilecektik. Devlet baba bizi iskân edecekti. Hem de Türkiye’de hangi şehri istersek denmişti. Eylül ayı içerisindeydik, harekete geçme zamanı geldi dediler. Fabrikadan da çıkış almamız gerekiyormuş. Gittik İşlemleri bitirdik. Hareket günümüz belli oldu. İlk kafilede biz de vardık. Bizler 7 kişiyiz. Ninem, annem, babam, Ömer dayım, ben, kardeşim Ali ve Mehmet. Mehmet dayımlar da 5 kişi yazılmışlardı ancak bizim kafilede yoklardı. Daha sonraki kafilelerle geleceklerdi. Bizler tam mevcut sülalece adaya geri dönüyorduk.

 

Yerli arkadaşlarıma, artık adaya geri dönüyoruz dediğimde inanmamışlardı. Zühre, sakın siz gitmeyin. Orada ne yapacaksınız, bak ne kadar sıkıntı yaşamışsınız diye beni ikna etmeye çalışmışlardı. Bana kalsa gitmezdim. Ancak ailece karar verilmişti. Yapacak bir şey yoktu. Ayrılık günümüz gelip çatmıştı. Önce iki ustamın ellerini öptüm. Bitli göçmenler, geldiğiniz yere geri dönün diyen arkadaşlarım, şimdi gidiyorum diye bir araya toplanmış ağlıyorlardı. Gözyaşları ile burun akmaları birbirine karışmıştı. Önümüzde sanki cenaze vardı. Önce bizi düşman gibi görenlerin tümünün sonradan bana bu kadar sevgi göstermelerini görmek gururumu okşamıştı. Bu veda her zaman görülmeyecek bir veda idi. Hiç unutamadım. Bu satırları yazarken bile kendimi tutamadım. Arkadaşlarıma tek tek sarılıp hepsini adaya davet edeceğimi söyledim. Nasıl olsa Türkiye’ye veriliyor diye ümitliydik. Hepsinin adreslerini aldım. Gelip gitmeler kolay olacaktı. Hepimizin gözleri kıpkırmızı olup ayrılmıştık.

 

Anadolu, Anadolu diye çok zorluklar altında kaçarak geldiğimiz Türkiye Cumhuriyeti’nden geri gitmemiz gerekiyordu. Adada tüm mallarını satmayanlar kanımca dönüşte rahat edeceklerdi. Ancak bizim işimiz biraz zordu, adada geçimimizi sağlayacak hiç malımız yoktu, yine sefaleti mi yaşayacaktık bilemiyorduk. Bir an önce adalar Türklere verilse de rahata etsek diye düşünerek gidiyorduk.

 

Bütün işlemlerimiz bitti, hazırlandık. Ertesi sabah bizler eşyalarımızla birlikte, devlet eli ile evlerimizden alınıp, Yukarı Nazilli tren istasyonundan trene bindirildik. İzmir’e doğru yola koyulduk. Eşyalarımız boş olan vagonlara yerleştirildi. Bizim vagon şimendiferin arkasındaki ilk vagondu. Adaya giden kaç kişiyiz hiç bilmiyordum ancak çocukluk arkadaşım Arap Mensure de bizimleydi. Onun gibi insanı güldüren bir kişi az bulunurdu. Benim de insanları güldürme yeteneğim vardı ancak Mensure’ye yetişemezdim.

 

Mensure ve ağabeyi Mehmet adadan Bodrum’a aileden sadece ikisi kaçmışlardı. Anne ve babası gelmemiş adada mallarının başında kalmıştı. Mensure ve ağabeyi de bizim gibi Sümerbank’ta çalışıyorlardı. Kendilerine yeni bir hayat kurmuşlardı ancak onlar da bizim gibi geri dönüyorlardı. Bizden farklı Mensure’nin sıkıntısı yoktu. Hem bir buçuk yıldır görmediği anne babasını görecek, hem de evleri hazır, çorbaları hazır olacaktı.

 

Aklımızın almadığı bu yolculukta bakalım başımıza neler gelecekti. İzmir’in adını biliriz de hiç gitmedik. İzmir’i göreceğiz diye de seviniyorduk. Gençlerin aklı bir karış havada hevesi gezmekteydi.

 

Trenimiz uzun bir düdük çalarak kalktı. Veda düdüğü acı olurmuş. El sallamaların ardından yola koyulduk. Nazilli’den uzaklaştıkça vedalardaki hüzünleri de üzerimizden atmaya ve yolculuğun tadını çıkarmaya başlamıştık. Sürekli trenin sahanlığına girip çıkıyor etrafı seyrediyorduk. Geçtiğimiz köyleri, kasabaları, şehirleri görmek istiyorduk. Zaten yolculuk boyunca yerimizde oturmamıştık. Kara trenimiz arada bir düdük çalarak ilerliyordu. İlk durağımız Aydın oldu. İndi bindilerden sonra hareket ettik. Binenler inenlerden fazlaydı. Kimileri eşyaları ve çocukları ile, kimileri de kolunda sadece ceketi ile bindiler. Araları yürünmeyecek kadar uzak olan köyler arası ulaşım için sadece tren vardı. Bazen at arabası ile de yolculuk yapılıyordu ancak en önemlisi trendi.

 

Aydın’dan sonra Atca Köyü’nü geçtik. Birkaç köyden sonra İncirliova’yı geçtik, önümüze Çamlık köyü geldi. Orada az insan bindi. Daha sonra meşhur kalesi ile Selçuk karşımızda idi. Oradan sonra artık İzmir’e yaklaşıyorduk. Eylül ayındaydık sonbaharın adımları ovalarda görünmeye başlamıştı. Geçtiğimiz köylerde, kasabalarda henüz bir gelişme yoktu. Her tarafta büyük araziler görüyordum. Köylerde evler hep kerpiçten, ancak ilçelerde taştan binalar da görüyorduk. Bazı köylerde çocuklar trene taş atıyorlardı. Nazilli’den ayrılırken bir gazete almıştım. Gazeteyi güneşe doğru tutup yüzüme siper ediyordum. Köy çocuklarından biri gazeteyi versene diye trenin peşinden koşuyordu. Ben de gazeteyi ona doğru savurdum. Bilseydim birkaç gazete daha alır, çocuklara atardım. Torbalı’dan geçtik artık İzmir’e giriyoruz.

 

Nazilli’den çıkalı beri yerinde oturamayıp tren vagonundan bir içeri bir dışarı çıkan herkesin yüzü gözü kara olmuştu, trenin kömür isinden gözlerimize siyah sürme çekilmiş gibiydi. Beyaz bluz giyen kızların, beyaz gömlek giyen erkeklerin giysileri hep is olmuştu. İzmir Kemer istasyonunda eşyalarımızla birlikte hepimizi indirdiler. İlk işimiz istasyon çeşmesinde yüzlerimizi yıkamak olmuştu.

 

YİRMİBEŞİNCİ BÖLÜM SONU.

 

Daha Fazla Göster

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu