İSTANKÖYLÜ KIZ ZÜHRE
İSTANKÖYLÜ KIZ ZÜHRE
Yazan :
Zühre HELEBİ AVCI
İlk Düzenleyen:
Gökçe METİN & Melek AVCI METİN
Son Derleyen ve Düzenleyen :
Ali DİZDAR
YİRMİÜÇÜNCÜ BÖLÜM
***
Annem oturarak çalışıyordu. Ben sürekli ayaktayım ancak verdikleri iş bana vız geliyordu. İşimi de düzgün yaptığım için ustabaşı ve yardımcısının takdirini alıyordum. Çalışmaya başlayalı uzun zaman olmuştu artık ben de makinelerde çalışmak istiyorum diye ustabaşına söylediğimde “yaşım küçük olmaz” dedi. Elimi makineye kaptırırım diye korktukları için beni makine başına vermiyorlardı. Süpürgeci olarak çalışmaya devam ediyordum. Bazen de bize bitli göçmenler diyen kızlara gidip yardım ediyordum. Kasalarına masura dolduruyordum. Böylelikle onlarla da arkadaş olmaya çalışıyordum. Yavaş yavaş bana ısınmaya başladılar. Ben onlara yaklaştıkça onlarda karşılık vermeye başlayınca Perihan ve Saadet isimli iki kız kardeş ile arkadaş oldum. Babaları memurmuş, biraz bilmiş kızlardı ancak razıydım. Derken arkadaşlarım çoğalmaya başladı. Dudu, Aynur, Sebahat, Zehra boyu kısa diye lakabı Küçük Emine ve isimlerini unuttuğum pek çok arkadaşım oldu. Ben 15 kuruş saat ücreti ile çalışıyordum, onlar masuraları yumak yapıyorlar, kilo ile tartılıyor ve götürü usulü çalışıp çok daha fazla para alıyorlardı.
Bazen işe gelmeyen kızların yerine Arif ustam beni çalıştırıyordu. Herkesten evvel benim bobinlerim dolduğu için de takdir alıyordum. Ustabaşı gelir başımı okşar, bravo ufaklık gözüme girmeye başladın diyordu. Bu arada “beni de diğer kızlar gibi götürü çalışmaya verin” diye başlarının etini yiyordum. Ara sıra böyle işler vererek beni deniyorlarmış ki sonunda kabul ettiler. Teşekkür edip ustabaşı ve yardımcısının ellerini öptüm. Artık götürü çalışma sınıfına, masuraların başına geçtim. Artık toz süpürmeyeceğim, param da yükselecek diye çok sevinmiştim. Annem de kara kuru kızının terfi ettiğine çok sevinmişti. Fakat annemi kulakları duymuyor makinede çalışması sakıncalı diye oturduğu yerden kaldırıp benim yerime süpürgeci yaptılar. Sevincim kursağımda kalmıştı. Annem hep ayakta olacak yorulur diye üzüntümden “anne yoruluyor musun” diye sorduğumda. “Hayır yavrum sen sıkılma benim işim şimdi daha hafif, süpürüp oturuyorum, bu iş tarlada orak biçmekten kat kat kolay. Sıcak güneş altında neler çektiğimi biliyorsun, bu iş çapa yapmaktan çok çok iyi” diyordu.
Evimizde ev işlerini daha çok ben üstlenirdim. Yemek yapmayı bile anneme bırakmıyordum. Annem çamaşır yıkar, ben temizlik yapardım. Pazar günleri fabrikanın bedava sineması vardı. Saat 14 seansına giderdik. Üstelik bize bitli göçmenler memleketinize dönün diye rahat vermeyen kızlarla birlikte. Bazen annemi de götürürdüm duymazdı ancak hareketlerden bir şeyler anlar seyretmekten çok zevk alırdı. Sinemayı kim sevmez ki?
Bizler işe gittiğimizde, ninemle kardeşim Mehmet evde kalıyorlardı. Kardeşimin bir işi olmadığından sokaklarda serseri olmasın diye annem onu yakınımızda olan bir fırına çırak verdi. Mehmet de fırında çalışmaya başladı. Fırın sahipleri üç ev aşağımızda oturuyorlardı. Dost olmuştuk. Birgün onlara oturmaya gitmiştik. Fırıncının hanımı anneme, “Raife ablacığım, çok güzel evlatlar yetiştirmişsin. Eşim oğlunuzu çok seviyor” demişti. Kardeşim fırını süpürürken yerde 10, 20, 50 kuruşlar bulur, hemen ustasına götürüp verirmiş. Fırıncı bu paraları çırağını sınamak için özellikle yerlere koyarmış. Mehmet de bulduğu paraları hemen ustasına götürünce çok takdir edilmiş. Fırıncının hanımı bunu anlatıp “Eşim de oğullarım da Mehmet’i çok seviyorlar” demesi annemi çok gururlandırmıştı.
Alt katımızda oturan Ahmet Enişte annemin akrabası idi. Aynı zamanda babamın da yakın arkadaşıydı. Ahmet eniştemle babam adada hem yakın komşu hem de bağda bahçede çalışma arkadaşı olmuşlar ve birbirlerini kardeş gibi severlerdi. Dostlukları daimî olduğundan Babamla Ahmet enişte mektuplaşıyorlarmış. Bu sayede babama ait haberi Ahmet enişteden alıyorduk. Bodrum’dan yola çıktığımızdan beri babama hiç rastlamamıştık. Ahmet enişteden aldığımız haberlere göre babamlar Nazilli’den gitmişlerdi.
Nazilli’nin sıcaktı bize göre çok fazlaydı. Üstelik bir ayda 27 bebek öldü. Koskoca kızlar oğlanlar kızamık döktüler. Kardeşim de kızamık döktü. Neyse ki ben 7 yaşında kızamık geçirdiğimden ben olmadım. Babamın iki çocuğu da küçüktü. Benim çocuklarım da ölecekler diye korkup Aydın’a kaçmışlar. Oradan da geri Bodrum’a gitmişler. Bodrum’da Yeniköy Mahallesi yakınlarında oturuyorlarmış. Ne iş yapar, nasıl geçinirler hiç bilmiyorduk. Ne o bizi arıyor ne de biz onu. Ahmet enişteme yazdığı son mektubunda Gülsiye annenin hasta olduğunu, belediye doktorunun tedavisi altında olduğunu yazmış, bize de selam göndermişti. Hepimizin canı sıkıldı. Bodrum’da belediye doktorundan başka doktor yoktu, hastane de yoktu. Hastaları tedavi için daha çok Muğla’ya götürüyorlardı. Babamın maddi durumu iyi değildi ki karısını Muğla’ya götürüp tedavi ettirsin. Üstelik biri emzikte iki de çocukları vardı. Kinlendiğimiz adama acır durumdaydık. Ahmet eniştemden babamın adresini aldım. “Derhal toplanıp Nazilli’ye gelmelerini Burada birkaç doktor var Gülsiye anneyi burdaki doktorlara tedavi ettirelim. Sümerbank hala gelen göçmenleri işe kabul ediyor, seni de işe alırlar” diye yazarak bir mektup gönderdim. Mektubuma cevap bile gelmedi.
Bir zaman sonra, Ahmet Enişteme gelen mektupta, babamın işte olduğu bir gün Gülsiye annenin rahmete kavuştuğunu yazmıştı. Böylece babam Bodrum’da iki küçük çocukla, tek başına yardımına koşacak kimsesi olmaksızın kalakalmıştı. Ali 4 yaşındaydı, durdan sustan anlamaz, Muzaffer henüz 7 aylık henüz emziren bir bebekti. Babamın o hali gözümün önüne geldikçe bu kadar kinlendiğim bir adama ağlıyordum. Hepimize üzüntü olmuştu.
Biz bu durumdaki babama üzülürken, Ahmet enişteye babamdan yine bir mektup gelmişti. Ahmet enişte beni çağırıp bana mektubu okudu. 7 aylık bebeği Muzaffer’i, Kumbahçe Mahallesinde ikamet eden Mustafa Cengiz Kaptan’a evlatlık vermiş, 4 yaşındaki Ali’yi de bize getirecekmiş, kabul eder mi diye anneme sorsun istemişti. Dünya başıma yıkıldı.
Buyurun bayram namazına. Olacak şey mi şimdi bu. Böyle bir şeyi bu kadar zulmedip terk ettiği ve kızının ölümünde payı olduğu bir insana nasıl teklif edebilirdi. Akıl alır gibi değildi. Bu kadar kötülük gördüğü adamın bu isteğini anneme nasıl anlatırdık? Bunu bizim anneme teklif etmemiz bile ayıptı. Fakat söylemek zorundaydık. Çünkü buna karar vermek ancak ona aitti. Ne tepki vereceğini tahmin etmek hiç te zor değildi. Dünyasının cehenneme döneceğini bile bile söylemek sormak zorundaydık.
Yapacak bir şey yoktu, mecbur annemi Ahmet eniştemlere götürdüm, ben de yanına oturdum. Eniştem mektubu gösterdi ve ben anneme mektupta yazılanları işaretlerle anlattım. Tahmin ettiğim gibi Annem ne olduğunu ne diyeceğini bilemedi. Bir süre sustu kaldı. Sonra Ahmet enişteye “ben bu adamdan ancak ölürsem kurtulurum” dedi. “Yaptıkları yetmedi şimdi başıma başka çoraplar örüyor. Kendi ölseydi hepimiz kurtulurduk” dedi. Sonra eniştem konuştu, “abla onu düşünme ne hali varsa görsün de 7 aylık olan bebeği zaten vermiş ama 4 yaşındaki çocuğu kim alır, zaten çocuk da gitmek istemez ama kendi de bakamaz, gel ablacım, insanlık sende kalsın, çocuğu getirsin, şurada hepimizin arasında büyüsün gitsin” dedi. Annem bir şey demeden evimize çıktık.
“Ben daha neler göreceğim” derken öfkesi gözünden belli oluyordu. Babam yüzünden bugüne kadar annemin gözünün yaşı hiç dinmemişti. Ancak biz de kardeşim Ali’ye üzülüyorduk. Gece annem, ninem, dayım hepimiz bir araya toplandık. Doluya koyduk almadı, boşa koyduk dolmadı. Sonradan biz iki kardeş anneme yalvarıp yakarmaya başladık ne diller döktük ne diller. Sonunda annem bize olan sevgisinden, belki de bizi kırmamak için razı oldu. Ardından babama “Ali’yi getir” diye bir mektup yazıp gönderdim.
Aradan birkaç gün geçti. Biz evde yokken babam Ali’yi getirmiş, Ahmet Eniştelerde bekliyordu. Biz işten geldiğimizde gittim elini öptüm, başsağlığı diledim. Kardeşim Ali’yi aldım eve çıkardım. Fakat annem hala şoke durumdaydı. “Şu başıma gelene bak” diye Allah’ına sığınıyordu. Haklıydı, başına gelenler pişmiş tavuğun başına bile gelmezdi. Ancak Ali’nin başka ellerde ne olacağı meçhulken içimiz razı olamazdı. Annem zamanla alışır diye de ümitliydim. Zaten annem öksüzler anasıydı. Ha dört ha beş ne fark ederdi.
Adada Andızlı’daki tarlamızda iken, babamlar da üzüm bağına ortak girip bize birkaç tarla öteye komşu geldiği zamanlarda. Babam her gün eşeğine biner, önümüzdeki tarlanın karşı tarafındaki yoldan işine gider, dönüşte yine aynı yoldan evine gelirdi. İstese daha kısa olan tarlanın bize sınır yolundan, bizim evin önünden de geçebilirdi ama utancından geçemiyordu. Annem bazen babamı karşı yoldan yürürken görür “inşallah bir gün elime düşersin” diye beddua ederdi. Bazen arkasında olur ve bu söylediklerini duyardım. Annemin bedduası gerçek mi oluyordu bilememiştim.
Babam iki gün sonra Bodrum’a dönüyorum diye davrandığında vedalaştık. Giderken hem boynuna sarılıp elini öptüm hem de annemden aldığım 20 lirayı eline tutuşturdum. İçim karmakarışıktı. Çocukluğumdan beri onu her gün evimizin köşesinde kahvesini yudumlarken görmek, dizinin dibine oturup ona okul şiirlerimi okumak, sene sonunda karnemi ilk babama göstermek, “aferin kızım” dediği zaman boynuna sarılıp kokusunu duymak, mektebime giderken, günlük harçlığımı verdiğinde yanaklarından öpmek istemiştim. İki çocuğu sıcaktan ölecek korkusuyla Nazilli’den kaçan O adam acaba bizi de bu kadar düşünmüş müdür hiç? Bunun cevabını bildiğimden kinim dinmiyordu. Ancak benim baba hasretim yüzünden de yolun kenarına oturmuş, ağlıyorduk. “Zühre, kızım, kardeşinize iyi bakacağınıza inanıyorum, içim rahat gidiyorum” dedi.
Gitmeden önce ona evini derleyip toplayıp Nazilli’ye bizim yanımıza gelmesini, Sümerbank’ta ona da iş verebileceklerini, bir ev kiralarsın, sana bakabilirim diye söyledim, “düşünürüz” dedi ve gitti. Birkaç ay geçmesine rağmen hiçbir haber gelmedi.
1944 yılı Ağustos ayındaydık. Nazilli’de havalar çok sıcaktı. Nazilli sıtma hastalığından kırılıyordu Ali de sıtmaya yakalanmıştı, doktora götürdük. Doktorun verdiği sarı sıtma hapları kardeşime iyi geldi ve kısa zamanda iyileşti. Biz annemle çalıştığımız saatlerde Ali’ye ninem bakıyordu. Ali bazı geceler altını ıslatıyordu. Onu da annem normal karşılamıştı. Bazı çocuklarda olur böyle durumlar. Anneyi de babayı da kaybetti onun üzüntüsündendir derdi. Annem Ali’ye birçok giysi dikip giydirmeye başladı. Bize de “sakın kıskanmayın o sizin kardeşiniz kötü de davranmayın” diyordu. Anladık ki annem artık Ali’yi iyice kabullenmişti. Evimizin yedinci üyesi kardeşim Ali de artık bize iyice alışmıştı.
Kardeşim Mehmet fırında çalışmaya devam ediyor, haftalık para alıyordu. En büyük isteğimiz kardeşimin mektebe gitmesiydi. Ben okuyamadım hiç olmazsa kardeşim bari okusun istiyorduk. Eylülde okullar açılacak ve yakınımızda İstiklal İlkokulu vardı. Kardeşimi oraya götürüp alırlar mı diye sormak istiyorduk. Ancak bir pürüz vardı kardeşim annemin oğlu görünmüyordu. Mehmet adadan kaçıp, Bodrum’a babamın yanına gittiği zaman, babam kardeşimi karakolda kayıt yaptırırken, anne adı olarak karısı Gülsiye annenin adını yazdırmış. Annem bunu değiştirebilmek için çok uğraştı ancak kardeşim askere gideceği zaman, mahkeme kararı ile kendi adını yazdırabildi.
Daha Ağustos ayındaydık mektepler açılmadan önce yanımıza Mehmet’i de alıp İstiklal İlkokulu’nun müdürüne gittik. Durumu anlatıp isteğimizi belirttik. Müdür kardeşimi odasına aldı, bize salonda beklememizi söyledi. Bir zaman sonra kardeşimle müdür salona geldiler. Zannediyorum müdür kardeşimi küçük bir sınavdan geçirmişti. Kardeşimin çok zeki olduğunu, ertesi gün gelmemizi, onu 4. sınıfa kaydedeceklerini söyledi. Öyle sevindik ki annem sevincinden ağladı. Ve kardeşimi ertesi gün Aşağı Nazilli İstiklal İlkokulu’nun dördüncü sınıfına kaydettirdik. Korktuğumuz anne adı sorun olmamıştı.
Annem eskiden beri çok çalışan ve çalışkan biriydi. Birçok işi yapma zorunluluğu ona çalışma azmi aşılamıştı. Fabrikada çalışmasıyla yetinmeyip zanaatı olan yorgan dikmeye de başladı. Bu arada komşuluk ilişkilerimiz de artmaya ve komşu gezmeleri sıklaşmaya başlamıştı. Bu komşu gidiş gelişlerinde konu açıldıkça annem hem yorgan diktiğini hem de dikişinin iyi olduğunu söyleyip reklamını da yapıyordu.
Bu duyurular işe yaradı siparişler gelmeye başladı. Kısa zamanda yorgan diktirmek isteyenler çoğalmaya başlamıştı. Annem fabrikada çalıştığı zamanlar dışında fırsat buldukça yorgan ve genellikle bizim adalılara elbise de dikiyordu. Ben de ev işlerini anneme bırakmıyordum.
Annem parayı kazanmayı bildiği gibi harcamasını da iyi ayarlayan biriydi. Onun için çocuklarına bir çocuk daha eklenmesinden hiç korkmadı. Ben de götürü usulde çalışıyordum. İstersek maaşımızın yarısını ay ortasında avans olarak da alabiliyor ve birikimlerimize dokunmadan ihtiyaçlarımızı gideriyorduk.
Bir haber geldi Sümerbank’ın karşısındaki büyük arsaya göçmenler için tahtadan barakalar inşa edilecekmiş. İsteyenler az miktar kira ödeyerek oturabileceklermiş. Evler kayıt sırasına göre verileceğinden önce yazılmak avantaj sağlayacak diye Annem hemen gidip yazıldı.
Ağustos ve Ramazan ayındaydık. Sıcaklar canımıza yetiyordu. Fabrikada gececi çalıştığımız zamanlar gündüz sıcaktan uyuyamıyorduk. Nazilli’nin etrafı dağlarla çevriliydi, çukurda kaldığından bu kadar sıcak oluyormuş. Nazilli’nin yolları henüz topraktı. Kanımca şehirleşme daha sonradan başlamıştı. “Normaldir” diye düşünüyordum. Adada yollar asfalttı ancak mutsuzduk. Buranın sıcağına, savrulan tozlarına, yağmur yağdığında bastığımız çamurlarına aldırmıyorduk. Çünkü mutluyduk.
Kardeşim Ali artık annemin beşinci çocuğu gibi oldu hatta o küçük diye bizden koruduğu zamanlar bile oluyordu. Biz de zaten anne babasını düşünüp ağlamasın diye elimizden geleni yapıyorduk. Babama Ali’yi getirdiği zaman kardeşimiz Muzaffer’i verdiğiniz aile nasıl diye sormuştum. “Çok iyi” demişti.
Bir gün işten döndüğümüzde, babamı, Ahmet eniştelerin evinde, Ali’yi kucağına almış hasret gideriyorken gördüm. Gittim elini öptüm, “baba temelli mi geldin?” dedim. “Yok, kızım Ali’yi alıp Ayvalık’ta halanlara gidiyorum” dedi. “Baba 4 yaşındaki çocuğu nerelere sürükleyeceksin, Ali bazen geceleri yatağına kaçırıyor, halamlara rahatsızlık verir, sen kendin git gör” dedim. “Yok, götüreyim de halan da görsün. Ben Ali’yi idare ederim halan sizleri görmedi bari onu görsün hazırla da yarın gidelim” dedi. Biz çocuklar babaya anneye çok fazla itiraz edemezdik öyle yetiştik. Peki deyip Ali’yi hazırladık. Annemin diktiği giyecekleri de yanına verdik. Ertesi sabah Ali’yi alıp gitti.
Babam Ali ile 10 gün sonra Ayvalık’tan döndü. Ertesi gün de “Antalya’daki küçük halamlara gideceğiz” dedi. “Baba sen git bu çocuk küçük her yere sürükleme hasta edeceksin” dedimse de dinletemedim. Ve gittiler. Babamın Ali ile gezmelerini sevmemiştim. Ne yapmaya çalıştığını anlamıyordum. Bu sefer de bir an evvel gelse de Bodrum’a dönse diye düşünmeye başladım. “Neden ikide bir geliyorsun baba” da diyemiyordum. Çünkü buraya gelip yerleşmesini isteyen de benim.
Babamın Nazilli’ye gelmesini istediğimi anneme söylediğimde çok kızmıştı “kızım sen çalışıyorsun, babana nasıl bakacaksın” demişti. “Olsun, O yeter ki gelsin, işe girsin, sefillikten kurtulur” demiştim.. Ömer dayım da “belki kendine göre bir hanım da bulur, evlenir ama Ali’yi vermeyiz, biz onu büyütürüz” dediydi.
Babam oğluyla bir Ayvalık’ta bir Antalya’da gününü gün ediyordu, biz ise onun yaşantısını nasıl sürdüreceği tasasına düşmüştük. Ben babamı kafama çok takıyordum. Bizi bırakıp gittiğinden beri, aramızda bir boşluk oluştuğunu görüyordum. Elini öperken bazen uzak bir akrabamızın elini öpüyormuşum gibi gelirdi. Bize neyse de anneme yaptıkları affedilir gibi değildi. Yüzüne bile bakmamamız lazımken her nedense saygıda kusur bile etmiyorduk.
Çok geçmedi Babam Ali ile birkaç gün sonra Antalya’dan döndüler. Onlar Antalya vardığında halamın öldüğünü öğrenmişler, bir kızı, bir de oğlu varmış ancak onlar da zaten evliymiş pek fazla kalamayıp dönmüşlerdi. Neyse Babam Ali’yi bırakıp Bodrum’a gitti bizde rahatladık.
YİRMİÜÇÜNCÜ BÖLÜM SONU………