İSTANKÖYLÜ KIZ ZÜHRE
İSTANKÖYLÜ KIZ ZÜHRE
Yazan :
Zühre HELEBİ AVCI
İlk Düzenleyen:
Gökçe METİN & Melek AVCI METİN
Son Derleyen ve Düzenleyen :
Ali DİZDAR
YİRMİİKİNCİ BÖLÜM
***
Çok heyecanlıydım. Acaba nerelere gidiyoruz, nelerle karşılaşacağız. Bakalım bundan sonra kimler arkadaşım olacak diye içim içimi yiyordu. Devletimiz böyle uygun görmüşse güzel şeyler olacaktır mutlaka diye düşünüyordum. Baksanıza Sümerbank Basma Fabrikası diye bir yer varmış. İlk defa bir fabrika ismini duydum. Demek basmalar böyle fabrikalarda basılıyormuş, gidip göreceğiz bakalım. Acaba bizi vapurlarla mı götürecekler diye merak edip beklerken, Cemse dedikleri kamyonlar gelmeye başladı. Kara yoluyla gidecekmişiz. Bu Cemse kamyonları İngiltere’den gelmiş. Öğlen saatleriydi ardı ardına kamyonlar gelmeye başladı. Sıra sıra durdular, üzeri açık kasaları olan tam 13 kamyon. Polisler ve bir de memur, isimlerimizi okuyup bizi açık kasa kamyonlara yüklemeye başladılar. Önce eşyalarımız yüklendi, sonra da bizler bindik. Bir kamyon dolunca diğerine geçtiler. Böylece 13 kamyonu da doldurdular. Biz Ömer dayımla bir kamyondaydık. Babamlar da iki bebekleriyle başka bir kamyona binmişlerdi. Bir kamyon önde rehber ve diğerleri de peşine dizildik ve upuzun bir konvoy besmeleyle yola koyulduk.
Hava açık ve ilkbahar kokusu her yere yayılmıştı gidiyoruz. 13 kamyon dolusu insandan birinin bile Nazilli’nin N sinden haberi yoktu. Bizim gidişimiz de şarkılardaki gibi. Kapıldık gidiyoruz bahtımızın rüzgârına. Ağır ağır sıra ile virajlı, inişli, çıkışlı toprak yollarda toz duman gidiyorduk. Açık kasada bir toz bulutu içerisinde yolculuk yapıyorduk. Bu durumda yapacağımız bir şey de yoktu. Mecburen toza razı gidiyoruz da yağmur yağmasa bari diye dua da ediyorduk. Yağarsa bu açık kasada halimiz nice olurdu. Mayıs ayındayız ve havada yağacak gibi görünmüyordu.
Akşam olmak üzere, hala gidiyoruz. Yollar toprak köy yolu olduğu için kamyonlar bazen taşlar üzerinden sekiyor hepimiz birden hoplayıp oturuyorduk. Annemin ateşi düştü iyi gibi de kamyon tekeri taş üzerinden sekip zıplayıp oturunca, anneciğim kolunun acısından dişlerini sıkıyordu. Bodrum’dan ne kadar uzaklaştık, Nazilli’ye daha ne kadar var ne zaman varırız söyleyen olmadığı gibi tahmin bile edemiyoruz. Bazen öyle yerlerden geçiyorduk ki tozdan biz kasanın içinde arkadan geleni göremiyorduk. Muhtemelen şoför de öndeki aracı göremiyordu.
Kamyon kasasında hoplaya zıplaya giderken. Yanımıza aldığımız çok az yiyeceklerle midemizin gurultusunu biraz gidermeye çalışıyorduk. Mayıs ayındayız ve havada yağacak gibi görünmüyordu ancak hava da bulutlanmaya başladı. Yağmaz inşallah diye dua etmeye başladık çünkü hepimiz yazlık elbiselerimizleydik. Bodrum’dan çıkarken hava sıcaktı. Bu kadar uzun bir yolculuk yapacağımızı da bilemedik. Yağarsa bu açık kasada halimiz nice olurdu.
Artık karanlık iyice çöktü. Köyün birinde mola verdik, arabalara tekrar binip yola çıkarken köyün çocukları bizleri taş yağmuruna tutmuşlardı. Ve de sanki öğretilmiş gibi “geldiğiniz memleketinize dönün bitli macirler” diye bağırıyorlardı. Nerden aklıma geldiyse, Adada başımıza bomba yağıyordu kaçtık geldik. Burada da başımıza taş yağıyor diye bir an içim kararmıştı. Bereket hava karanlık olduğundan kimseye isabet ettirememişlerdi. İyi ki gece oldu diye sevindim yoksa taşlar kafamızı yaracaktı. Onlara karşı ne suç işlemiştik de bizi istemiyorlardı bir anlam verememiştim. Demek ki diyordum muhacirlik insanda kara bir leke imiş.
Kamyon kasasının içinde karanlıkta gidiyorduk. Işık falan da yok, göze parmağını soksan görünmez. Bazen arkadan gelen kamyonların ışıklarını görüyorduk ancak bir süre sonra onlar da görünmez olmuştu. En sonunda oldu, yağmur da çiselemeye başladı. Yağmur iyice bastırmadan gideceğimiz yere varsak bari diye dua ediyordum. Duam kabul olmadı ki yağmur hızlanmaya başladı. Yağmurdan kaçıp sığınacak yerimiz mi var? Mecbur tepemizden aşağıya yağmuru yiyorduk. Bir süre sonra zannederim köy gibi bir yerden geçiyorduk. Kamyon iyice yavaşladı sonra da durdu. Zifiri bir karanlıkta yağmur yağmaya da devam ediyordu. Şoförün sesini duyduk, “bekçiii, bekçiii” diye bağırmaya başladı. Biraz sonra elinde bir gemici feneri ile bir bekçi çıkageldi. Kimsiniz, nereden gelip nereye gidiyorsunuz diye sorgulamaya başladı adı Ahmet’miş. Şoför de bekçiye “Kardeş bize emniyetli bir yer göster, kamyon kasası insanlarla dolu, yağmurun altında kaldılar. Nazilli’ye gidiyoruz, rehberi kaybettim, çoluk çocuk ıslandı, rezil oldular” diye bağırmaya başladı.
Toz duman içinde zaten önünü zor gören şoför bir de karanlık basınca önündeki takip ettiği kamyonu da kaybetmiş rastgele bir köy yoluna sapınca da buraya kadar gelmiştik. Bekçi “Arkamdan gelin” dedi. Bizi bir camiye götürdü. İki gaz lambasını yaktı. Yağmurda bizle birlikte üstüne oturduğumuz eşyalarımız da ıslanmıştı. Bu yağmurda ve bu karanlıkta eşyalarımızı nasıl ayıralım, nasıl çamaşır bulalım ve nerede değişelim, kuru bir şeyimiz de kaldı mı acaba derken, kamyondan hiçbir şey alamadan çıkıp camiye sığındık. Şoför “bu geceyi burada geçireceğiz sabaha Allah kerim” dedi. Karnımız aç ancak en azından açıkta değiliz diye teselli bulup yarı üşüyerek, birbirimize sarılıp uyumaya çalıştık. Geceyi camide geçirdik.
Uyandığımızda sabah olmuştu. Yağmur durmuş, güneş epey yükselmişti. Saat kaç bilmiyordum olsa da zaten saate bakmasını bilmiyordum. Aç aç oturuyoruz da bizi buradan kurtarmaya kim gelecek diye şoföre soruyorduk. Şoförün de bildiği yoktu. “Rehberin gelmesi lazım Nazilli’ye varınca bizim eksik olduğumuzu görmüş aramaya çıkmışlardır” diyordu. Yani Allaha emanetiz ve bekliyoruz. Kaldığımız camiye şöyle bir göz attım. Köşede tabutlar vardı. Eğer gece geldiğimizde görseydim kesin geceyi anneme zehir ederdim. Eh nasibim olan dayağı da yerdim. Ölüden çok korkuyordum. Ama Hıristiyan ölülerinden korkmuyordum. Onlar ölülerini bizim gibi örtmüyorlar, herkes ölünün yüzünü görüyordu. Ben de kardeşimle gider ölünün yüzüne bakardık. Ama kendi ölümüzden korkuyordum. Herhalde bizim ölülerimizin yüzü örtülü diye. Sanki onlar ölmemiş de bizimkiler ölü gibi. Çocuk aklımla böyle bir düşünce oluşturmuştum.
Saatler sonra bizim rehber kamyon çıkageldi ve iki şoför tutuştular laf kavgasına. Bizimki diğerine bu kadar hızlı gitmenin ne âlemi vardı diyor. Diğeri sen niye bu kadar ağır gidiyorsun, diye bastırmaya çalışıyordu. Bizim kafileden erkeklerden birkaçı, dayanamayıp “yeter yahu dünden beri neler çektiğimizi soran yok, aç mısınız tok musunuz, geceyi nasıl geçirdiniz diyen yok. Daha üstümüzün yaşı ile duruyoruz. Çoluk çocuk dünden beri rezil olduk. Haydi, biz hangi cehenneme götürecekseniz götürün. Kozunuzu da orada paylaşırsınız” diye çıkıştılar da şoförler söz dalaşını kesip yola koyulduk.
Her şeyimiz sırıl sıklam, öylece eşyaların üstüne çıktık oturduk. Yeniden Nazilli’ye doğru yola koyulduk.
Mayıs ayı olduğu için güneş çabuk ısıtıyordu, ısınıp kurumaya başlamıştık. Yollar gene aynı idi, zıplaya zıplaya gidiyorduk ancak iyi yağmur yağmış yollar ıslandığından toz kalkmıyordu. Sıkıntılı yolculuğumuz devam etse de en azından toz bulutu içinde yolculuktan kurtulmuştuk. Nazilli’ye varana kadar daha birçok köy geçtik. Ama buralarda bize taş atan olmadı. Sadece mola verdiğimiz yerlerde, kahvelerde oturan erkekler ve de çocuklar geliyorlar bizi seyrediyorlardı. Bizi seyreden köy çocuklarına bakıyorum. Onların durumu bizden beterdi. Etrafta yıkık dökük evler, sırtında hayvanlarına çalı budak yiyecek taşıyan kadınlar görüyorduk. Ama erkekler kahveyi tıka basa doldurmuşlar. Çay sigara keyif yapmaktalardı.
Gördüğümüz manzaralarla moralimizi bozmamak için “Biz Nazilli’ye gidiyoruz orası ilçe olduğu için köyler gibi değildir” diye kendimizi teselli ediyorduk. Ve nihayet hedefimiz olan Nazilli’ye vardık. Biz Bodrum’dan yola çıkalı tam bir gün geçmişti. Hava güzeldi. Güneş tepemizde geldiğimiz için yolda üstümüz başımız da kurumuştu. Ancak eşyalarımız hala ıslaktı.
Bizi Sümerbank Basma Fabrikasının önünde indirdiler. Çok büyük boş bir odayı çuvallarla bölümlere ayırmışlar, her bölüme bir aileyi yerleştirdiler. Odalar her ne kadar büyükte olsa hepimiz buraya sığmazdık elbette, öyle ya 13 kamyon insan gelmiştik. Bizimki gibi birkaç yerleşim yeri daha hazırlamışlar ki hepimizi bölülere yerleştirdiler. Çok kalabalıktık ancak kaç haneyiz saymadım. Ömer dayım da yine bekar olduğu için bizimle beraber kalıyordu. Kaldığımız bölümlerde iki alaturka tuvalet ve bir de ortak olarak kullanacağımız mutfak vardı. Bizi yerleştirdikleri bu yerler Sümerbank’ta çalışmaya gelen bekâr işçilere az para karşılığında kiraya verilen bekarlar bölümüymüş. Biz geliyoruz diye işçileri çıkarıp bize göre hazırlamışlar. Burada geçici bir süre kalacakmışız. Daha sonra devletin haczettiği evler varmış, oralara yerleştireceklermiş.
Eşyalarımızı kamyondan indirdik, ıslak olanları bahçedeki çalıların, otların üzerlerine sererek kurumaya bıraktık. Nazilli öyle sıcaktı ki şaşırıp kalmıştık. Akşama varmadan eşyalarımız kurumuştu. Kurumasaydı ıslak battaniye ve yorganlarımızla yine rezil bir gece geçirirdik. Yataklarımızı serip yattık. Güzel bir uykuya çok ihtiyacımız vardı. Mayısın başında Nazilli bu kadar sıcak olursa Temmuz, Ağustos nasıl olurdu acaba diye düşünerek uyudum.
İki gündür dinleniyoruz. Çok fazla uzaklaşmadan etrafa biraz göz attım. İki sıra halinde apartman daireleri yapılmış. Sümerbank’ta çalışan memurlar oturuyorlarmış. Evlerden ötesi alabildiğine ovaydı. Tek tük köy evleri gözüküyordu ve inekleri, camızları, danaları, koyunları, at ve eşekleri boldu. Biz zaten o ortamın içinden gelen insanlardık, hiç yadırgamamıştım. O köy evlerinden süt, yoğurt satmaya köylüler gelince de çok sevinmiştik. Bizim en çok sevdiğimiz, alıştığımız ve tükettiğimiz gıda süt ve yoğurttu. Ancak şimdiye kadar kendi ürettiğimiz ve satarak para kazandığımız sütü para ile satın alıyorduk. Buna da alışırız herhalde ne de olsa dünya değiştirmiştik
Geldiğimizin 4. günüydü kaldığımız bölüme bir memur geldi. Hepimizin adını soyadını ve yaşını kayıt ettikten sonra. Yarın şu saatte Sümerbank fabrikasının bekçi kapısına gelin diye tembih etti. Ertesi gün o saatte hepimiz orada toplaştık. İsmi okunanları çağırıp bir kenara ayırdılar. Ayrılanlar arasında Annem, ben, Ömer dayım, Mehmet dayım, Mehmet dayımın eşi ve kızı Hafize varız. Bizleri fabrikaya alacaklarmış. Ninemi yaşlı diye kardeşim Mehmet’i de küçük diye almadılar. Bodrum’a geldiğimizde Mehmet Dayım’ın beni 17 yaşında yazdırması işe yaramış oldu. Bu sayede fabrikada işe girme hakkını kazanmış oldum. Bodrum’da kamyonlara doluştuğumuzdan bu yana Babamları görmemiştim. O gün oraya işçi seçimine de gelmemişti. Fabrikaya girecek mi? Ne oldular nerede kalıyorlar bilmiyorduk
“Yarın sabah saat 7 de gelin sizleri fabrikada bölümlere ayırıp yerleştireceğiz” dediler. Ertesi sabah erkenden Sümerbank fabrikasının bahçesindeydik. Memur isimlerimizi birer birer okudu ve bizi grup grup fabrikaya götürdüler. Annemi, beni, Mehmet dayımın hanımını ve kızı Hafize’yi bobin bölümüne verdiler. Herkesi kısım kısım yerleştirdiler. Fabrikanın kapısı açılır açılmaz ben geri kaçıyordum ki, annem “ne oldun kızım, nereye gidiyorsun” diye elimden tuttu. Hayatımda böyle sıcak böyle gürültü duymamıştım, bombalardan bile daha beterdi. Annem bile biraz gürültü duyuyorum demeye başladı. Burası dokuma bölümüymüş, ortasından geçtik, tahar denilen kısma geldik, orası sakindi. Oradan geçtikten sonra bir kapı daha açtılar, bizim çalışacağımız bobin bölümü imiş. Burada da gürültü var ama dokuma bölümü gibi değildi. Kadınlar, önlerinde uzanan makinelerde, sıralanmış masuralardaki pamuk ipliğinden saksı ağzı büyüklüğünde yumak yapıyorlardı. Masa başında iki kişi vardı, ustabaşı Naim ve yardımcısı Arif. Biz içeri girip aval aval etrafımıza bakarken, orada çalışan hanımlar beyler işi bırakıp bizi seyrediyorlardı. Adadan geldiğimizi biliyorlardı. Yeni işçiler nasıl insanlar diye bakıyorlardı. Hem de kıyafetlerimizi garipsemişlerdi. Pek iyi değillerdi elbet. Ne aşamalardan geçmiştik. Yaşam mücadelesi verirken giyime kuşama kim bakıyordu ki.
Naim usta bizi masanın etrafına topladı, nereden geldiğimizi, daha önce hiç fabrikada çalışıp çalışmadığımızı ve daha birçok soru sorduktan sonra annemle beni gündüz postasına aldı. Mehmet dayımın hanımını ve kızını da gece postasına verdiler. Akşam saat 19 dan sonra işbaşı yapacaklarmış. Şaşırıp kalmıştık. Demek bu fabrika gece gündüz çalışıyor, hiç dinlenmiyordu. Bakalım daha neler olacaktı. Usta başı yengemleri akşam saat 7 de burada olacaksınız diye tembih edip gönderdi. Annemle ben gündüz postası olarak kaldık. Annemi masuralarda kalan ipleri kesen, birkaç kadının yanına oturttu. Benim da elime bir süpürge, bir de kürek vererek dökülen, uçan pamukları süpürmemi söyledi. Beni ufak tefek görüp hafif bir iş mi verdi bilemedim. “Süpürgecilik”, bu iş benim için ne ki diye düşündüm.
Günler geçmeye başladı, artık fabrika işçisiyiz, inek otlatmak, domat toplamak, ağaç tepelerinde türkü söylemek çok gerilerde kalmış gibiydi, özlüyordum ancak şimdiki işimi de seviyordum. Fabrikada benim yaşımda kimse yoktu. 3-5 yaş fark etmez ben arkadaş edinmek istiyordum, fakat bize bir türlü sıcaklık göstermiyorlardı.
İşimiz iyi de kaldığımız yer kötü idi. İşbaşı yapalı 15 günü geçmişti ki bazılarımızı boşalan evlere yerleştirdiler. Bizi de yine aynı binanın tahtalarla bölünmüş başka bir bölümüne aktardılar. Yine herkesin bir odası vardı. Yatacak yerimiz, yemeğimizi pişirecek yiyecek yerimiz vardı ve bir süre daha böyle yaşamaya razıydık ancak, gece uykumuz haram olmuştu. Tahtakuruları geceleri sürüler halinde yataklarımıza üşüşüyorlar yatağı bize dar ediyorlardı. Elektriği yakınca kaçıyorlardı ancak elektrik açıkken de uyuyamıyorduk. Onları öldürmek için ilaç alıyorduk ancak çok etkisi olmuyordu. Bu nedenle de gecelerimiz bize zulüm oluyordu.
Fabrikada çalışmaya başlayalı 3 ay olmuştu. Bizim bir bilgimiz yoktu ancak diğer çalışan işçiler bizim aldığımız aylıktan daha düşük maaş alıyorlarmış. Böyle olunca da söylenmeye başladılar. Onlar eskiden beri çalışıyorlarmış, biz daha dün gelmişiz, yeni gelenler eski işçilerden daha fazla maaş mı alırmış diye homurdanıyorlardı. Belki haklılardı ancak bizin isteğimizle olan bir şey değildi. Bize ne maaş verirlerse onu alıyorduk. Göçmen olduğumuz için bizden vergi kesilmiyormuş, ustamız söyledi de öyle öğrenmiştik. Zaten başı açık geziyoruz diye de söyleniyorlardı. Nazilli’de yerli kızlar başlarını patiskadan yapılmış dikdörtgen örtü ile kapatıyor ve çenelerinin altına da düğüm yapıyorlardı. Ayaklarına da Gözlük marka siyah kalın çorap giyiyorlardı. Biz göçmenlerin genç kızları ise başımız açık, kısa kollu giysilerle geziyorduk.
Diğer işçilerin söylenmeleri hiç kesilmiyordu. Fabrikanın içinde pek ses etmiyorlardı da öğlen yemeğe çıkınca bize söylemediklerini bırakmıyorlardı. Yemek masalarımızı ayırmak zorunda kalmıştık. Yoksa oğlan çocukları gibi dövüşmeye başlayacaktık. Ne onlar bizim masamıza geliyorlardı ne de biz onlarınkine oturuyorduk. “Bitli göçmenler nereden geldiyseniz oraya gidin” diye laf atıyorlardı. Sanki kendilerinde bit pire yokmuş gibi. Bit pire neyse de genç kızlara yakışmayacak bir sürü sözler de söylüyorlardı. Biz dost olmaya can atarken bu olanlara çok üzülüyorduk. Acaba başı açık gezmemizi çekemiyorlar mıydı, bir anlam veremiyordum.
Bir iki aya kalmadı bitten pireden kurtulmayı başardık çünkü temizlik için her şeyimiz vardı artık. Bir gün bir memur geldi “oturduğunuz tahta barakalarda sizleri kurtarıyoruz” dedi. Devletin elinde bulunan boş evler varmış. Bize Karaçay Mahallesinde üç daireli apartmanın orta katını verdiler. Alt katı, annemin bir akrabası Ahmet enişteye, üst katı da kaymakam lakaplı Hasan amcaya verdiler. Hep beraber taşındık.
Dairemiz ikinci katta pek ahım şahım değilse de ortak yaşamdan ve de tahtakurularından kurtulmuş olduk. Fabrikaya fazla uzak değiliz. Apartmanın bahçesi ve bahçesinde müşterek kullandığımız bir kuyumuz vardı. Kuyudan çektiğimiz suyu çamaşıra, bulaşığa kullanıyoruz. İçecek ve yemekler için suyu, dışarıdaki belediye çeşmesinden taşıyorduk. Yakın komşuluklarla da daha mutlu olmuştuk.
Anne kız çalışıyorduk ve paramızı idare etmesini de iyi biliyorduk. Ömer dayım da bazen katkıda bulunuyordu. Biz annemle paramızı arttırıp cumhuriyet altını bile almaya başlamıştık. Çeşme’deki Ali dayım ara sıra bizi ziyarete geliyor, bazen ninemi alıp gidiyordu. Ali dayımın büyük kızı da çalışmaya bizim yanımıza geldi. Onu da Sümerbank’a yerleştirdik ve bizim vardiyaya aldık. Bizimle kalıyordu. Artık evde 6 kişi olmuştuk. Ama sıkılmıyoruz. İdare ediyorduk.
YİRMİİKİNCİ BÖLÜM SONU.