İSTANKÖYLÜ KIZ ZÜHRE
İSTANKÖYLÜ KIZ ZÜHRE
Yazan :
Zühre HELEBİ AVCI
İlk Düzenleyen:
Gökçe METİN & Melek AVCI METİN
Son Derleyen ve Düzenleyen :
Ali DİZDAR
YİRMİBİRİNCİ BÖLÜM
***
Bizi alıp götürdüler. Limandaki cami yanındaki yoldan biraz yürüyünce, küçük bir meydana geldik. İki tarafında yol olan bir Kilise vardı. Kilisenin karşısında denizin kıyısında, iki katlı bir binaya girdik, üst katına çıkardılar. Orada belediye doktoru varmış. Kısa bir muayeneden sonra hepimize iğne yapıldı. Daha sonraki günlerde de aşıya geleceksiniz dediler. Ancak aşı, daha önce olmayanlara yapılacakmış. Benim aşım vardı. Ben ilk Türk mektebine başladığım zaman aşı olmuştum ama annem o yaşına kadar hiç aşı olmamıştı. Benim aklımda birden kölelerini kaybeden zengin adalıların yaydığı, kaçıp Türkiye’ye gidenlere iğne yapıp öldürüyorlarmış söylentisi geldi. İğne yapıldığını bilmişlerdi. Yoksa bu söyledikleri doğru muydu endişesi kapladı içimi. Anneme bir şey söylemiyordum ama sahiden şimdi ölecek miyiz, ne zaman nasıl öleceğim, diye korkmaya başladım. Vücudumda kötü bir hal olacak mı diye kendimi yokluyorum, ancak bir şey de olmuyordu. Bizimle gelenlere de bakıyorum, hepsi iyi görünüyorlardı. Yoksa sonra mı öleceğiz diye bu tedirginliğim birkaç gün de sürmüştü. Baktım bir şey olmuyor, kimse de ölmüyor, ancak o zaman rahatlamıştım.
Doktorda işimiz bittikten sonra bizi karakola gönderdiler. Hep beraber karakola gittik. Orada da kaydımızı yapacaklarmış. Adımız, soyadımız, yaşımız yazılacakmış. Bize Mehmet dayım refakat ediyordu. Önce ninemi, sonra annemi yazdırdı, sonra da beni elimden tuttu götürdü komiserin yanına. Aslında bunu babamın yapması lazımdı ancak yüzü yoktu ki gelsin götürsün.
Komiser soruyor dayım cevap veriyordu. Anne adı, Raife Hacıbekir, baba adı Hasan Helebi. Komiser amca niye bu farklılık diye sorunca. Dayım durumu anlattı. Annem boşandığı için babasının soyadını kullanıyordu. Komiser benim adımı Zühre Helebi olarak yazdı. Sonra da yaşımı sordu. Dayım yaşıma 17 dedi. Ancak ben 15 yaşındaydım, hemen hayır yanlış dedim. Dayım, sen karışma dedi. Şaşırdım ama sustum. Benim cevap verme hakkım yoktu, hep dayım cevaplıyordu. Düşünüyordum 15’inde bile göstermeyen bir çocuğun 17 yaşında olmasına kim inanırdı. Ancak komiser amca da zaten bana bakmıyordu. Dayımın dediklerini yazdı ve çıktık karakoldan. Böylece Sait kaptanla gelen herkes Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldu.
O anda henüz kafam Cumhuriyet çocuğu olduğumu idrak etmemişti. Ta ki 3 yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti diye yazılan nüfus cüzdanımızı aldığımız zaman çok sevinmiştim. Benim için çok büyük bir gururdu. Artık Atamın Cumhuriyeti’nde yaşayacaktık. Herkese nasip olmazdı bu güzellik. Çeşitli bayraklar altında yaşamaktan bıkmıştık. Şimdi tek bayrağımız, tek Türkiye’m vardı. Zaten adada biz Atatürk’ün çocuklarıyız diye bir araya gelip, “Onuncu Yıl Marşını”, “Ankara’nın Taşına Bak” gibi şarkıları türküleri hep söylüyorduk. O zamanlar Türkiye’ye gidip gelmek serbestti. Gidip gelenlerin, Türkiye’den getirdikleri kitap ve mecmualardan öğreniyorduk bu şarkıları. Zaten Atatürk harf devrimi yaptığı zaman bizim adada da harf devrimi olmuş, Arapça okunurken Atatürk’ün Latin harflerine geçmişler. Ben kendimi bildiğim ilk zamanlarda, annem, ninem ve ablam siyah çarşaf giyerler, yüzlerine de tülden siyah peçe takarlardı. Fakat sonradan hepsi açıldı. O da Atamızın kıyafet devrimiymiş, sonradan öğrenmiştim.
Karakolda işimiz bittikten sonra hepimizi serbest bıraktılar. Çıktık karakoldan, babamla kardeşimi bizi bekler bulduk. Kardeşim anneme koşup sarıldı öpüp koklaştılar. Ben de babamın elini öptüm, boynuna sarıldım. Küçük kardeşim Ali’yi, Gülsiye anneyi sordum. Hepsi iyi dedi. Bu ay içinde bir bebek beklediklerini söyledi. Mehmet dayım ile birlikte gidip kayıktan eşyalarımızı aldık. Sonra Mehmet dayım, hepimizi evine götürdü. Mehmet dayımlarda kalacağız. Mehmet dayımlar 5 kişiler biz de altı kişiyiz. Elbette ayrımız gayrımız olmazdı ancak biz de eklenince evde 11 kişi olmuştuk. Bereket dayımın evi büyüktü de çok zorlanmamıştık. Eve gidince Mehmet’i doyasıya öptüm, özlemiştim. 4 ayda kilo almış yanakları tombul tombul olmuştu. Tabi Türkiye’mizde yiyecek sıkıntısı yoktu ekmek çoktu. O gece ağabeyimi düşünerek uyudum.
Yıllarca annemin kulağımıza nakış gibi işlediği Anadol’a gitme sevdası nihayet hakikat olmuştu. Ağabeyim hariç hepimiz Anadol’dadık. Artık günlerimiz harp korkusu olmadan geçiyordu. Harp korkusu olmadan yaşamanın keyfini de süren biz çocukların keyfi yerindeydi.
Devlet adadan önceden gelen aileleri elinde olan evlere yerleştirmiş. Onlara yiyecek yardımı da yapıyormuş. Babam biz çok kalabalığız diye yapılan yardımlardan bize kuru erzak vermeye başladı. Adadan gelenlere verilen evler geçici olacakmış ve çok ucuz kira veriyorlarmış. Bakalım bizleri nerelere yerleştirecekler diye bekliyorduk. Kaç gün geçti bilmiyorum annemi ve küçük dayımı karakoldan çağırdılar. Bize dayımlarla birlikte oturmamız için Bodrum’un Yeniköy Mahallesinde bir ev verdiler. Hemen gösterilen eve taşındık. Ancak ev küçüktü hem biz hem Ömer dayımlar sığamadık. Dayım tekrar gidip bize verilen evin küçük olduğunu, iki hanenin sığamayacağını anlatmış. Mümkünse küçük bir ev de kendilerine verilmesini istemiş ve kabul etmişlerdi. Onlara da askeri kışla tarafında bir ev verdiler. Böylece Ömer dayım da ailesi ile oraya yerleşti.
Ninem bizde kalıyordu. O annemsiz de bensiz de yapamazdı. Ben onun kız evladı gibiydim. Evimiz dağın yamacındaydı. Yolları büyük taşlarla örerek yapmışlar ancak taşları güzel dizememişler, üzerine bastıkça taşlar oynuyordu. Bize verilen ev de bu yolun en son noktasında idi. Bizden sonra ev yoktu arkamız dağdı. Sol tarafımızda kubbeli kulübe gibi bir şey vardı. İçine baktım yağmur suyu doluydu, meğer ona sarnıç deniyormuş. Sarnıç, kışın yağan yağmurlarla dolarmış. Orada yaşayanlar da yaz boyunca o suyu evlerine taşıyarak kullanırlarmış. Dip komşumuz Zeynep teyzelerin Ayşe diye bir kızları vardı. Benimle yaşıt, ama daha uzun boylu ve daha toplu bir kızdı. Onunla hemen arkadaş olmuştuk.
Birkaç gün daha geçti, bizi gene karakola çağırdılar. Hepimiz gittik hepimize birer muhacir kimliği verdiler. Sakın bu kâğıdı kaybetmeyin, ileride bununla size nüfuz vereceğiz dediler. Kimliği verdikten sonra başka bir yere daha gönderdiler. Orada da elimize üzeri yazılı bir defter verdiler. “Bununla filan yerden 15 günde bir gıda maddesi alacaksınız, para vermek yok. Aldığınız gıda maddelerini bu deftere yazdıracaksınız. Ayrıca bir miktar da para alacaksınız” dediler. Biz daha ne isteriz ki Allah devletimize zeval vermesin diye dualar ede ede eve gelmiştik.
Annem Adada söz vermişti “Bakın size söz veriyorum eğer Anadolu’ya gidersek ikinizin de boynuna birer ekmek asacağım, doyuncaya kadar yersiniz” demişti. Kardeşimle, Anneme verdiği sözü hatırlatıp yerine getirmesini söyledik. Annem “tamam ama ekmeğin ortasından delmek gerekir nimete hakaret olur. Onun yerine gevrek asayım dedi” olur dedik. Mehmet gevrekleri aldı geldi, annem ip geçirip boyunlarımıza astı. O sözünü tutmuş oldu. Biz de o simitleri doya doya yedik.
Kardeşim Mehmet 13 yaşında çok açıkgöz bir çocuk olmuştu. Mahalledeki çocuklarla ceviz oyunu oynadığında akşam üzeri koynu ceviz dolu geliyordu. Bazen asker kışlasının tarafına gidiyordu. Askerler yeni elbise aldıklarında eskileri kalenin arkasına atarlarmış. Kardeşim onları bir çuvala doldurup götürüp Yahudilere satıyor, parasını getirip anneme veriyordu.
Martın sonlarıydı haber aldık ki Gülsiye anne doğurmuş. Bir oğlan kardeşimiz daha olmuştu. Hemen kardeşimle birlikte koştuk gittik. Yuvarlak yüzlü, simsiyah saçlı güzel bir bebek. Adı da Muzaffer. Artık arada bir babamlara gitmeye başladım. Evleri bize pek uzak değildi. Bol bol Ali ile Muzafferi seviyordum. Onlar bizim kardeşlerimiz. Bu ortamda dünyaya geldiler günahsızlardı. Babamın bizle beraber 4 çocuğu olmuştu. Babam yetişmesinden gelen bir bencillikle yaşını, yaşantısını hiç düşünmeden dünyaya çocuk getiriyordu. 4 çocuğun sonu ne olur diye hiç düşünüyordu. Babam kadar düşüncesiz az insan vardır herhalde. Allah sonlarını hayretsin, Gülsiye anne daha genç daha fazla çocukları olmasa bari diye düşünceler dolanıyordu kafamda.
Nisan ayındayız. Baharı yaşıyoruz. Bodrum’un iklimi de bizim İstanköy Adasının iklimi gibiydi. Bizim adadaki evlerimizdeki gibi aynı ocakta odun yakarak yemeklerimizi pişiriyorduk. Komşu kızı Ayşe, annem ve ben Bitez’e doğru dağlara gidiyor, taşıyabildiğimiz kadar odun toplayıp getiriyorduk. İhtiyaç oldukça tekrar gidip getiriyorduk. Oduna para vermiyorduk.
Muhacirler arasında bir söylenti dolaşır oldu. “Biz muhacirleri toplayıp, çalışmak üzere Nazilli denilen bir ilçede Atatürk’ün kurduğu Sümerbank Basma Fabrikasına göndereceklermiş.” Bizim için sorun değildi. Adaya geri göndermesinler de nereye gönderirlerse gideriz diyorduk. Tek duamız buydu.
Adadan Bodrum’a kaçışlar kesintisiz devam ediyordu. Bizden sonra da çok gelen oldu. Bu sayede Adadan haberler alıyorduk. Ve çok sevinçli bir haber almıştık. Ağabeyim, arkadaşım Sevdiye ile evlenmişti. Sevinçten havalara uçtuk. Artık ona bakacak biri var, yemeğini kim yapıyor, elbiselerini kim yıkıyor diye sıkılıp düşünmeyecektik. Bizimle gelmeme ısrarı demek bu yüzdenmiş. Kafasında bu varmış ki bizimle gelmek istememişti. Haberini aldıktan sonra Ağabeyimin kulaklarını epeyce çınlatmıştık. Biz onun güzel haberini almıştık ancak biz de ona kardeşimi bulduk, artık bizim yanımızda kalıyor, burada rahatımızı çok iyi diye haber göndermek istiyorduk ancak nasıl ulaştırabileceğimizi bilemiyorduk o tarafa kuş bile uçmuyordu.
Bu arada Ömer dayımın hanımı Sıdıka yengemizin annesi, babası ve iki oğlan kardeşi de bizden sonra Bodrum’a geldiler. Gelir gelmez de kızlarını yanlarına almak istediklerinden kızlarına baskı yapmaya başlamışlar. Dayım, ben onlarla birlikte oturmam diye itiraz edince Sıdıka yengem ile araları bozulmaya başlamıştı. Bir süre sonra araları iyice bozulunca da dayanamayıp boşandılar. Durduk yerde hepimize üzüntü oldu. Ne yapalım, olur böyle şeyler, Allah daha kötülerini göstermesin diye teselli bulmuştuk. Ayrıldıktan sonra Ömer dayım evi bırakıp bize geldi. Bundan böyle biz 5 kişi olduk.
Adadan Bodrum’a kaçışlar bitmiyordu. Nerdeyse adanın yarısı boşalmış, Bodrum da çok kalabalıklaştı diyorlardı. Kaymakam gelenleri nereye yerleştireceğini şaşırmış durumdaymış. Rumları geldikleri gibi başka ülkelere gönderiyorlarmış ancak biz Türkler Bodrum’da oturuyorduk. Çalışabileceğimiz bir iş de yoktu.
1944 yılının Mayıs ayındaydık, Ortalıkta dolaşan söylentiler doğru çıkmıştı. Devletten, bizi Nazilli’ye gönderecekleri haberi geldi. Oradaki Sümerbank Basma Fabrikasında çalışacakmışız. Onca kişiydik boş boş oturtacak değillerdi elbet. Zaten biz de boş boş oturmaktan sıkılmış, bir iş olsa da yapsak diye can atıyorduk. Nazilli Basma Fabrikası nasıl bir yerdi ve ne iş yapacaktık çok merak ediyoruz ve sabırsızlıkla beklemeye başladık.
Mayıs ayı içindeydik ve gitme zamanımız gelmişti. İki ay kaldığımız Yeniköy Mahallesi’nden komşularla ve arkadaşım Ayşe ve ailesi ile vedalaşarak ayrıldık. Ayrılırken gene çok ağladık. O gün Annemin aşısının haftasındaydık. Annemin aşı yeri fena kabardığından onu doktora götürmüştük. Ateşler içinde yanıyordu. Doktor hem ağrı kesici hem de ateş düşürücü haplar vermişti. Anneme ilaçlarını içirdik ve eşyalarımızı alıp yola koyulduk. Polisler bizleri eşyalarımızla birlikte Bodrum’un büyük meydan yerinde topladılar. Epeyce kalabalıktık. Acaba ilk giden kafile biz miydik, bilmiyorduk. Belki bizden evvel de gidenler olmuştu, ama hiç duymamıştık. Yine yolculuğa çıkıyoruz. İnşallah hayırlı uğurlu olur diye dua ediyorduk.
YİRMİBİRİNCİ BÖLÜM SONU.