İSTANKÖYLÜ KIZ

İSTANKÖYLÜ KIZ …..15.BÖLÜM…..

İSTANKÖYLÜ KIZ

 

…..15.BÖLÜM…..

 

Artık ne büyüklerin, ne de çocukların yüzü gülmüyor. Bir türlü eski yaşantımıza dönemiyoruz. Ölüm korkusu içimize sinmiş. Bomba çukuru evimizin arkasında tüm azameti ile duruyor. Öbür bomba çukurunda bir Alman askeri yatıyor. Tüfeğini başına dikmişler. Miğferini de tüfeğinin ucuna asmışlar. Bunlar bizim her gün gözümüzün önünde, moralimizi bozuyor. Ailelerde yarın için hiçbir umut kalmadı. Acaba yarın ya da bu gece ne olacak diye düşünüyoruz. Karın doyurmak bir sorun, yediğimiz yemeklerle karnımız hiç tok olmuyor, hep açız, yemeklerdeki yağın azlığı mıdır, bizim abur cubur yeme isteğimiz midir bilmiyorum.

 

1943 yılındayız ve ben 14 yaşındayım ama beni gören 10 yaşında zanneder. Hala canım oynamak, gezmek istiyor. O büyük depremden sonra yıkılan evlerin yerine, yeni evler yapılınca adamızın bütün yolları asfalt oldu. Biz çiftçi çocukları senede iki defa bayramlarda giyinir el öperiz. Topladığımız paralarla Hasan Çavuş amcadan şeker ve gazoz alırız, Dimitri amcanın da kiralık bisikletlerine biner bu asfalt yolu o zaman doyasıya kullanırdık. Bu asfalt yollar başka ne işimize yarar ki. Bisikleti bir saat kiralar binerdik ancak saatimiz olmadığından süremiz ne zaman dolacak bilemez arada Dimitri amcaya gider sorarız, o da daha saatiniz gelmedi der, biz de sevine sevine gene asfalt yolda bir aşağı bir yukarı binmeye devam ederdik. Tekrar gidip sorunca “tamam 1 saati geçtiniz bile ama olsun, bugün bayram o da benden olsun” derdi. O gün paramız bitmez, ertesi gün gene bisiklet binmeye giderdik. Artık 14 yaşındayım, bu bayram bisikletin biraz daha büyüğüne binebilirdim, ama baksanız ne hallere düştük, şeker bayramı küslerin bile barıştırıldığı gün, biz ise her gün ölümle burun burunayız. Bir türlü huzur bulamıyoruz. Bu gidişle galiba birçok gün daha korkularımız bitmeyecek.

 

Eylül ayı bitmek üzere ama korkudan şehre taşınmak istemiyoruz. Dayım inekleri topladı, ninemin oraya götürdü çünkü bizim taraflarda yeşil ot kalmadı. Dayım ninemi de götürmek istedi ama hem kendi gitmek istemedi hem de annem hayır dedi. Ninemin morali çok bozuldu, yediği bombadan sonra bir de dedemi kaybetti. Aslında hiç kimsede moral yok. Ninemin yanına bomba düşeli kulakları ağır işitiyor. Ağabeyim de beni ninemin oraya göndermek istemiyor. Kara kuru da olsam, 14 yaşında kız çocuğuyum. Ortalık tekinsiz karmakarışık.

 

Ninem evini görsün diye annem, ben, kardeşim ve ağabeyim hep beraber Akdam’a gittik. Dayım zaten inekleri daha evvel götürmüştü. O, içinde 5 yaşından beri yaşadığım, ottan baskılı saz damı, evimiz gözüme öyle soğuk, öyle çirkin gözüktü ki. İçimden keşke gelmeseydim diye geçirdim. Dedeciğim gözümün önünde canlandı. Başında kırmızı fesi, etrafında beyaz sarığı, cami hocasına benzerdi. Kısa boyluydu ve çok ağır iş yapardı. Ninem de eli çabuk bir kadındı, dedeme gelir, Hasan azıcık ayaklarını oynat diye söylenirdi. Dedeciğim hiç sesini çıkarmaz ve de hiç istifini bozmaz, ayni tempoda çalışırdı.

 

Evin arkasındaki bomba çukurlarına gittik. Askerlerin hendekte öldükleri, yaralandıkları yerleri gezdik. Bomba çukurlarını saydık tam altı taneydi. Eğer bombaları biraz daha yakına düşseymiş nenemle birlikte hepsi ölürlermiş. Ninemin morali daha çok bozuldu. İyi ki Hafize ile Fatma karşı hendeğe gitmişler dedi nenem, “yoksa onlar da ölürlerdi.”

 

Ninemin evine yakın Ali amcalardan hiç haber yok, göremiyoruz harp boyunca da hiç görmedik. Bombalanan uçak pistine çok yakınlardı. Orada oturanların çoğu bizim oralara kaçıp gelmişlerdi. Acaba Ali Amcalar nereye kaçtılar hiç bilmiyoruz. Kimsenin kimseye ne yaptığını, nereye saklandığını sorma şansı yoktu. Artık konu komşu da birbirini görmez oldu.

 

Tavukları yemledik, yumurtaları topladık, kardeşimle bir de horoz yakaladık. Et yemeyeli çok zaman oldu. Dedeme rahmetler okuduk, ninemin eşyalarını topladık çünkü şehre inmemiz yaklaşmıştı. Tekrar ninemi aldık, bizim Andızlı’daki eve geri geldik. Ömer dayım da inekleri yerleştirip akşam yanımıza gelince rahatladık. Ninemin orada sığınak yok. Dayımın orada kalması bizi telaşlandırırdı. Bizim en azından bir sığınağımız vardı. Gece bombaları da çok nadir olmaya başladı, bitti gibi. Dayım inekleri her gün sağıyor. Hem bize süt getiriyor hem de eşeğe binip şehre sütçüye götürüp satıyordu.

 

Artık Ekim ayına girdik. Henüz şehirdeki eve taşınamadık. Bir gün ağabeyim şehirden geldi. “Anne, Şeydali Mehmet ustanın bahçesini kiraladım, hemen göçüp bahçeyi uyandırmamız lazım çünkü lahana, pırasa, karnabahar ekmek için vakit geçebilir” dedi. Şeydali Mehmet usta bizim ağacın altında yatan erkeklerden yanlış tarafa kaçıp, karısından azar yiyen adamdı, sonrada tövbe sizden ayrılmam dediydi. Annem “tamam oğlum, ben Zühre ile gelem, kulenin içini temizleyelim, sonra da göçelim” dedi. Ağabeyim “Ömer dayım da isterse nenemle beraber onlar da bizimle otursunlar, hep bir arada olalım. Daha başımıza ne gelecek belli değil” dedi. Dayım da tamam deyince çok sevinmiştik. Dayım da Ağabeyim de bekârdılar, yakışıklı gençler ama evlenemiyorlar. Hem sıra gelmiyor, hem fırsat bulamıyorlar, hem de fakir aileyiz, paramız yok. Bu ortamda da nasıl evlensinler ki. Bizim adada adettir, evlenecek oğlanın bir evi olması gerekir. Biraz da altın ağırlık edinmelidir. Bizde ikisi de yok. Ben biraz daha büyüyüp işe başlasam, belki ağabeyime yük olmaktan kurtulur yardım bile ederdim. Annem yorgan dikmeyi illa öğrenmelisin diyor. O zamanlar yorgan büyük ihtiyaçtı. Her kızın çeyizinde illaki olurdu, hem de birden çok. Dağın başındaki köylere bile gidip diksen, paraları yoksa bile, tarlalarındaki ürünlerinden verirlerdi. 

 

Ekim ayının başlarındayız. Şeydali Mehmet ustanın evine taşındık. Ev çoğunluk olan kule evi idi. Giriş mutfak ve kiler görevini görüyor. Yedi sekiz ayak merdivenle çıkılan üst katta yatak odası var. Ev küçük ama zaten bizim de doğru dürüst eşyamız yok. Ninemin evini de bizimki gibi taşıdık. Ninemle dayım, dört kişi de biziz. Bir araya toplanmış olduk. Dayım artık ineklerle meşgul ama karar verdiler, iki inek ve iki de yavru danayı sattılar. Dayım bir ineği bizim oraya getirdi, sütünden istifade edelim diye. Bizim de mısır keçimiz var, her yıl iki yavru veriyor, sütü bize yetiyordu. Evimiz süte doydu. Yoğurdumuz da boldu.

 

Duyduğumuza göre saklanıp da esir düşmeyen İtalyan askerleri, gizlice ağaç dallarından sal yapıp, Bodrum’a kaçmışlar. Esir düşen askerlerin halleri berbatmış. Hatta yüksek rütbeli subaylardan biri, dilsiz rolü yaparak babamın evine gelmiş. Bir generalmiş. Onu babam önceden tanıyormuş ama tanımamış gibi yapmış. Hem yiyecek hem de eski giysi istemiş. Babam elinden geleni yapmış. Harbin güçlükleri saymakla bitmezdi. Bir Rum’u, evinde İngiliz askerini sakladı diye şehirdeki caminin önündeki dut ağacına astılar. Kardeşim gitmiş, seyretmiş. Akşam gelmiş bize anlattığında, annemden şaplağı yediydi. “Öyle şeylere bakıp da aklını mı kaçıracaksın” diye. Eski oturduğumuz evin yanında komşumuz olan orta yaşlı bir Rum kadın ile altı Rum adamı gene asmışlardı. Ama asıldıklarını kimse görmemiş. Herkes korkmaya başladı bizim evimize de saklanmaya asker gelir mi diye.

 

Bir süre sonra önce Rumlar sonra da Türkler kayıklarla Türkiye’ye yani Bodrum’a kaçmaya başladılar. Kim gitse geri gelmediği gibi, haberi de gelmiyordu. Boğuldular mı acaba diyorduk. Hayır diyor kayık sahipleri. Karatoprak (Turgut Reis) yakınlarında adacıklardan birisini Karga adası diye bilirdik. Rum, Türk motor sahipleri geceleri değirmen tarafı tenhadır, hep oralardan bindirip Karga adasına bırakıp geri dönüyorlarmış. Almanlar oralara pek önem vermiyorlar ya da göz yumuyorlardı bilemiyoruz.

 

Yıl 1943 henüz Ekim ayı içindeyiz. Kardeşimle babama gidip İki gün kalmıştık. Gülsiye annenin hamile olduğunu da öğrenmiştik. Ayrılırken babam bize tuhaf tuhaf bakıyordu. Babamın elini öptük, bize sarıldı. Ayrılırken hiç böyle sarıldığını görmemiştik. Baktım babam ağlıyor. Ne oldu baba dedim hasta mısın? “Hayır, kızım hasta değilim ama size bir şey diyeceğim, sakın üzülmeyin. Biz iki üç gün sonra Anadolu’ya kaçıyoruz. Siz de annenize, ağabeyinize de söyleyin, siz de kaçın” demez mi. Neye uğradığımızı bilemedik. “Kızım malımız yok, mülkümüz yok. Biz burada açlık bir yana, korku bir yana nasıl yaşayacağız. Bari Anadolu’ya gidelim, orada hiç olmazsa harp korkusu yok. Bir lokma ekmek herhalde buluruz” dedi. İki kardeş ağlamaya başladık. Her ne kadar bizi, yaşarken öksüz bıraktıysa da yine de babamızdı. Babamla ve de Gülsiye anneyle vedalaştık. Kardeşim Ali’yi bol bol öptük. Eve geldik. Annem bizi öyle üzgün görünce sordu ne oldu diye, biz de anlattık. Annem biraz durakladı. Yüzü asıldı. Onun yanında biz olsaydık diye düşünüyordu belki de. “Olsun yavrum dedi bir gün biz de gideriz. Bakın size söz veriyorum eğer Anadolu’ya gidersek ikinizin de boynuna birer ekmek asacağım, doyuncaya kadar yersiniz. Varsın onlar önden gidedursunlar” dedi.

 

Adada insanlar kan ağlıyor. İşler durdu. Herkes yarınım var mı yok mu endişelerle yaşıyor. Günlük çalışmalar durdu. Babam da günlük çalışan bir insan, orada belki daha güzel iş bulurum diye düşünmüştü. Yakında bir çocuğu daha olacak 4 kişi olacaklar sorumluluğu artacak. Ama bu sorumlulukta biz neden yoktuk, birlikte olsaydık da beraber gitseydik diye düşmemizi ve kırgınlığımızı hiçbir neden örtemiyordu. Babam bizi terk ederken düşünmemişti de şimdi Türkiye’ye giderken mi düşünecekti. Bazen evine gider, eğreti gibi boynumuz bükük otururduk sanki o bizim babamız değil de komşu amcamız gibi gelirdi. Gitsin bakalım.

 

Vapur bombardımanları durdu. Anadolu’ya kaçışlar devam ediyor. Şehirden gidenlerin bazılarını biliyoruz da köyden gidenleri bilmiyoruz. Adada kiralık evler çoğaldı. Gidenler hep fakir kesim. Köleler gidince adanın zenginleri endişeli. Sigortasını ödemediği, düşük ücretle çalıştırdığı işçileri kaçıyorlardı. Kahvelere giden mal mülk ağaları, vatandaşlarının gidişlerine üzülüyorlarmış çünkü Türkiye’de daha çok aç kalırlarmış. İstanköy’den kaçıp Bodrum’a sığınan insanlara iğne yapıp öldürüyorlarmış diye çeşitli yalanlar yayıyorlardı gitmesinler diye. 

 

Kendimizi toparlamaya başladık. Bahçemize diktiğimiz sebzeler çok güzel yetişiyorlar. Bahçenin havuzu ve büyük de bir kuyusu var. Ona da dolap kuyusu diyorlar. Geniş ağızlı kuyuya bir şerit üzerine bağlanmış arka arkaya dizilmiş kovalar, bir büyük çark vasıtasıyla dönerek kuyunun içine dalıp çıkıyorlar, çarkın üzerinden geçerken ters dönüyor içindeki suyu havuza giden kanala döküyorlar. Bu çarkı da bir düzenekle at ya da eşek, kuyunun etrafında sürekli dönerek döndürüyordu. Aynı yerde dönüp duruyorum diye aksilik etmesin diye hayvanların gözleri örtülüyordu. Havuz dolduktan sonra suyu gerektikçe bahçeyi sulamada kullanıyorduk.

 

Artık annem ağabeyime “oğlum Bekir, biz de buradan gitsek daha iyi değil mi. Bak görüyorsun el mallarında çalışıyoruz. Elimize geçen bu parayla bir şey olacağı yok. Oralarda belki temelli bir iş sahibi olursunuz. Burada neyimiz var ki. Kalsak da yok oraya gitsek de yok ama Türkiye büyük ülke. Ben çalışırım, sen çalışırsın, daha iyi yaşamımız olur. Bak sadece Türkler değil ki Rumlar da kaçıyorlar” diyordu. Ağabeyim, “tamam anne ben sizi önden gönderirim, arkanızdan da gelirim” diye annemi oyalıyordu. Aileler üçer beşer adadan kaçmaya devam ediyorlardı.

 

Aslında ağabeyim 1936 da Ali diye bir arkadaşı ile birlikte Bodrum’a kaçmıştı. Bodrum’da daha önce gidip yerleşen, ölen babasının ağabeyi berberlik yapan amcası vardı. Hatta annem ilk kocası Ahmet’le Bodrum’a kaçtıklarında yüz vermeyip yardım etmemişlerdi. Yine aynı şey oldu yeğenine de yardım etmemişti. O zamanın İnönü hükümeti, ağabeyim ile Ali’yi birlikte adaya geri yollamıştı. Onun için önce amcasına kırgındı bana arka çıkmadı diye, ikincisi İnönü hükümetine kırgındı bizi geri gönderdiler diye. O yüzden Anneme, “bakalım bu gidenleri harp bitince geri göndermezler mi. Siz gidin, eğer geri göndermezlerse ben de gelirim” diyordu.

 

Bir gün kardeşim Mehmet oynamaya ninemin oradaki tarlasına gidiyorum diye çıktı. Genellikle oradaki yaz komşu çocukları ile oynuyorlardı. O gün akşam yaklaştı, Mehmet eve gelmedi. Annem ağabeyime git bak al da gel diye gönderdi. Epey bir zaman sonra ağabeyim yalnız geldi kardeşim yoktu. Ağabeyim kardeşimin arkadaşlarını bulmuş, “bugün akşama kadar bizimleydi ama sonra gitti” demişler. Ağabeyim de kardeşini aramaya başlamış yolda arkadaşı Hasan ile karşılaşmış ağabeyimi telaşlı görünce, “Mehmet’i arıyorsan arama, bu gün gene kaçanlar çoktu. Mehmet de bir Rum adamın sırtında kayığa bindi, gittiler. Oradakilere sordum, O Bekir’in kardeşi değil miydi diye. Evet dediler. Kayığa binerken ağabeyime söyleyiverin Anadolu’ya babamın yanına gidiyorum, beni aramasınlar diye haber göndermiş, ben de sana geliyordum haber vermeye” demiş. Ağabeyim olanları anlatınca annem yine fenalıklar geçirdi. Kıyametler koptu. Duyanlar da öldü zannederdi kardeşimi. Daha 12 yaşında nasıl gider bu çocuk, ya babası orada değilse diye üzülüyoruz ancak annem sakinlesin diye “Buradaki bahçe işinden kaçtı kerata” diye şaka yapıyoruz. Babamlar Ekim’de, Mehmet de Kasım’da gitti. Acaba babamı buldu mu? Bulamazsa kimlerin yanında? Döverler mi söverler mi? Diye annemin gözleri hep yaşlı.

 

Bu arada Ömer dayım komşu kızı Sıdıka ile evlendi. Düğün müğün yok. Mevlit okundu, gerdeğe girdiler. Böylece ninem bizimle yalnız kaldı. Bu arada Mehmet dayım da üç çocuğunu, ailesini toparladı, ayni değirmen deresi tarafından Bodrum’a kaçtılar. Dayım ninemi de götürmek istedi ama annem bırakmadı. Annem dayımları öpüp gönderirken, “ne olur oğlumu bul, yanına al, nerdedir nasıldır öğren, ne et ne yap bana haber gönder”, diye yalvarıp tembihlemişti. Dayımlar da gittiler ama aynı diğer gidenler gibi ne mektup var ne haber, kimseden ses yok.

Daha harp bitmiş değil. Yemek olarak daha çok sebze yiyoruz. İtalyanlar karne ile de olsa bir şeyler veriyorlardı. Şimdi o da yok. Harp bitti diyorlar ama hiç inanmıyoruz. Arada bir bakıyoruz. İngiliz mi, Alman mı, uçaklar çok yüksekten geçiyorlar, biz gene korkuyoruz.

 

Bir gün 4 Alman askeri evimize geldiler. Yarı Rumca yarı işaretle evimizin arkasındaki damı anlatmaya çalışıyorlar. Evin arkasına ev sahibimiz Şeydali Mehmet amca ahıra benzer bir dam yapmış ama içine ne saman girmiş ne de bir hayvan. Belki ilerde bir iki inek alırım diye düşünmüş. Epey de büyük boş duruyordu. İşte nereden gördüler, nereden keşfettilerse, orada askerler oturacaklarmış. Ağabeyim bu ev benim değil sahibine sorayım demiş. Ertesi gün ağabeyim Seydali Mehmet amcaya gitti. Durumu anlatmış, o da “itiraz edemeyiz oğlum onların elindeyiz. Asker bu halk değil ki hayır diyelim, yarın sen onlara olumlu cevap ver” demiş. Böylece Alman askerler bitişik komşumuz oldular. Ninemin komşusu İtalyan askerleri idi, bizim komşumuz Alman askerleri oldu. Ninem, ben nereye gidiyorsam arkamdan geliyorlar diye bizi güldürüyor. Ben Almanca bilmediğim için hiç konuşmuyorum, sadece ağabeyimle muhatap oluyorlar ayni yaşta oldukları için ağabeyimi çok seviyorlardı. Ağabeyim birkaç kelime Almanca bile öğrenmişti. Bu arada ağabeyime bir hap vermişler. O da tatlandırıcı şekermiş. Bir kocaman bardağa su dolduruyoruz, içine bir tane atıyoruz su bal gibi oluyordu. Şaşırıp kalmıştık.

 

Askerler dama yerleşeli kaç gün oldu bilmiyoruz, gene baktık bize bitişik olan tarlanın ortasına, uçaksavar topuymuş yerleştirdiler. Gece gündüz iki asker nöbet tutuyorlar. Şimdi ailece ne yapalım demeye başladık. Yine Andızlı’daki evimize mi dönelim. Kış geldi orası soğuk olur. Geçimimizi bu bahçeden sağlıyoruz. Bu kadar zahmetimiz var. Bahçeyi bakımsız bırakamayız. Diktiğimiz sebzeler su ister, bakım ister. Her gün ta nerelerden gelip gidemeyiz. İki arada bir derede kaldık. Bir gün baktık karşı denizin üstünden uçaklar alçaktan uçarak geçtiler. Bizim komşu askerlerimiz uçaksavar topları ile ha babam o geçen uçaklara ateş ettiler. Aklımız başımızdan gitti. Bu sefer daha çok korkmaya başladık. Geçen uçaklardan biri bizim oraya bomba atsa öldük demektir. Uçaklar gündüz geçtiler, her şeyi görmüş, biliyorlardır diye karalar bağladık ancak kaçacak yerimiz de yok. Kendimizi kadere bıraktık çok sıkıntılıyız. 

 

Uçaklar epeydir geçmedi ama İngilizler adayı bombalayacakmış diye bir söylenti var. Bütün komşular hazırlanmışlar dağlara kaçıyorlarmış. Onlar gider de biz kalır mıyız? Biz de eşeğimize iki küfe sardık, biraz da yiyecek. Evde ne yiyecek var ki zaten. Yastık, battaniye, dolap beygirini de semerledik. Köfeleri sardık, battaniyeleri ona yükledik. Ninemin ineğini, bizim keçiyi de yavruları ile beraber aldık gidiyorduk ki, Alman askerleri önümüze çıktı. “Nereye gidiyorsunuz” diye sordular. Ağabeyim yarı Rumca, yarı Almanca anlattı, onlar “hayır böyle bir şey yok rahat olun” diyorlar. Ben, bizi bırakmıyorlar, öleceğiz diye durmadan ağlıyorum. Bir zaman sonra yüzbaşıymış bir asker geldi. Askerler durumu anlatmış olacaklar ki yüzbaşı benim başımı okşayarak “korkma böyle, bir şey yok olsa biz sizi saklarız, hem biz sizi uçaksavarlarla da koruruz, uçaklar yanımıza yaklaşamaz haydi oturun evinizde” deyip bizi engellediler. Biz evimizde kaldık ama giden gitti. Biz diken üstünde oturduk kaç gün. Ne uçaklar geldi ne de sesleri duyuldu. Gene bu yalanı kim uydurduysa milleti boş yere telaşa sokmuşlardı.

 

…..15.BÖLÜMÜN SONU…..

Daha Fazla Göster

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu