Anasayfa / FLAŞ HABER / İSTANKÖYLÜ KIZ 1. BÖLÜM YENİDEN DERLEYEN ALİ DİZDAR

İSTANKÖYLÜ KIZ 1. BÖLÜM YENİDEN DERLEYEN ALİ DİZDAR

İSTANKÖYLÜ KIZ

 

Zühre Helebi AVCI “İSTANKÖYLÜ KIZ” adında bir kitap yazmış daha doğrusu hayat hikayesini kaleme almış. Bir rastlantı sonucu kitabı okuma fırsatı bulmuştum. Bir yayın evine verilmemiş kendi imkanlarıyla 172 sayfa A-4 kağıtlarına fotokopi yoluyla çoğaltılan ve ciltlendirilen belli bir sayıda çoğaltılıp eşe dosta dağıtılmış bir kitap. İlkokulu bile bitiremeyen bir kız 40 lı yaşlarında yazmaya başladığı anılarını 82 yaşında kitaba dönüştürmüş.

 

“Sizler için bir fakir kızın yalansız dolansız hayatını yazdım” dediği bu kitabın bana verdiği duyguları anlatmam mümkün değil, çoğaltarak dağıtmamız da mümkün değil ancak unutulup gitmesine gönlüm razı olmadı, bir yolunu bulup sizlere aktarmak istedim. Pandemiden sonra bir fırsatını bulup gidip yayınlamak için kendisinden izin isteyecektim ki 1 yıl önce kaybetmişiz. Elini öpüp iznini almaya yetişemediğim için çok üzüldüm. Huzur içinde uyusun. Anısına saygılarımı sunarım.

 

Belki duymuşluğunuz vardır adalardaki Türklerin yaşam öykülerini, Anadolu’ya geçişleri ilgili hikâyelerini. Benim ninelerin dedelerin anlatamadılar boğazlarına düğümlenen yumruk yüzünden. Bir de ZÜHRE Ablamızdan dinleyelim bu hikâyelerden birini.

 

Kızlarından izin alarak yayınlıyorum. İSTANKÖY adası KOS adasının Osmanlı toprağı olduğu zamanlardaki ismidir.

Saygılarımla Ali Dizdar

 

İSTANKÖYLÜ KIZ

 

…..1. BÖLÜM…..

 

Ben Zühre Helebi Avcı Küçük ve şirin bir ada olan ve günümüzde KOS adası olarak adlandırılan İSTANKÖY Adası’nda çok soğuk bir günde 28 Ocak 1929 günü Dünyaya merhaba demişim.

 

Annem “Raife” iki evlilik yaşamış ilk evliliğinden bir kız bir oğlan çocuğu olmuş ikinci yani benim babam Hasan Helebi ile evliliğinden de ben ve kardeşim Mehmet olmak üzer 4 çocuğu olmuş. Babam Hasan Helebi’nin de annemle olan evliliği ikinci evliliği imiş ancak ilk evliliğinden çocuğu olmamış.

 

Önce çok daha gerilere gidip annemin anne ve babasından bahsetmeliyim ki eski yaşam şartlarını anlatabileyim. Anne dedem Hacı Bekir İstanköy Adasında şehir merkezinde berberlik yapan evi, malı çok olan zengin bir adammış. Hacca gitmiş olmasından ötürü de Hacı lakabı takılmış birisiymiş. 1800 lü yıllarda hacca nasıl gidilir gelinirmiş hiç aklım ermedi.

 

Hacı Bekir dedem yaş 50’yi geçedursun eşi vefat etmiş. Çocuklarını büyütüp evlendirdiği için evinde yalnız kalmış ve bu durumda olmaktan hoşlanmamış ve yeniden evlenmek istemiş. Adada kendine göre bir eş bulamamış olmalı ki nasibini karşı kıyıda aramaya karar verip Bodrum’a da haber salmış.

 

Bitez Köyünde ikamet eden 4 kızlı bir aile, babaları denizci olup fırtınada yelkenli kayığının batması sonucu kaybolmuş ve ölüsü bile bulunamamış. Bilirsiniz o zamanlar motor yok, tekneler hep yelkenli. Evin babası ölünce 4 kızıyla baş başa kalan anne evin geçimi için tarlada, çapada, orakta, çalışıp koşuştururken, Hacı Bekir’e eş arayan aile bu fakir ailenin en büyük kızı Fatma’yı uygun görmüşler. Fatma 17 yaşında Hacı Bekir 50’yi geçkin. Annesinden istemişler kızı Allahın emri ile. Zamanın şartları ve karar verenler aileler olunca, nişanlamışlar Hacı Bekir’le Fatma’yı. Hacı Bekir onları epeyce mükâfatlandırmış elbette.

 

Neyse güzel bir düğünle Bitez Yalısı’ndan kayıklarla davul zurna eşliğinde İstanköy Adasına gelin gelmiş.

 

Fatma ninem ilk doğurduğu kızını bebek yaşta kaybettikten sonraki doğumunda Annem Raife’yi doğurmuş, ardından iki oğlu olmuş Mehmet ve Ali dayılarım.

 

Fatma ninen fakirlikten kurtulup zenginleşince kız kardeşlerini de adadaki gençlerle evlendirip rahata ermelerini istemiş olmalı ki dedeme fikrini açıp kabul ettirmiş. Ninem kardeşleri “Ümmühan”, “Ayşe” ve “Esma” yı da dedemin marifetiyle sırayla adadaki gençlerle evlendirip adaya gelin getirtmiş. Ben anne teyzem Ayşe Teyzemi tanıyamadım ilk doğumu esmasında bebeğin ters gelmesi nedeniyle hayatını yitirmiş.

 

Dedem Hacı Bekir berberliğinin yanında bazı hastalıklara çare bulan bir yeteneği ya da bilgisi varmış. Ninem de Hacı Bekir’den öğrendiklerini zaman zaman bazı hastalıklarda kullanırmış.

 

Hacı Bekir gözleri bozulunca berber dükkânını kapatmak zorunda kalmış ve hazırdaki parayı yemeye başlamışlar bir süre sonra da Hacı Bekir dedem vefat etmiş. Fatma ninem 3 çocukla tek başına kalınca hazırdaki paralar da bitince epeyce bir mal satmış ve bu arada yorgan dikmeyi öğrenmiş ancak sıkıntılı günler başlamış.

 

Bu arada eşinden ayrılan Hasan SOMON isimli bir adam Fatma ninemi beğenmiş olmalı ki ona evlenme teklifi yapmış. Fatma ninem teklifi kabul edip evlenmişler ve Hasan dedemden iki oğlu olmuş dayılarım Mahmut ve Ömer. Bana Hacı Bekir dedemi görmek nasip olmasa da Hasan dedemin gözdesiydim en sevdiği torunuydum.

 

Annem Raife’yi okul çağına geldiğinde öz babası Hacı Bekir dedem Kuran’ı öğrensin diye Kuran kursuna göndermiş. Annem Kuran okumayı öğrenmiş ve tam bitirebilmesine yakın bir gün bir sebeple hoca kafasına sopayla vurmuş. Annem ağlayarak kursu terk edip gidip durumu babasına anlatmış. Hacı Bekir kızını da yanına alıp hocaya gitmiş ve “Sen benim çocuğumu nasıl döversin bir suçu varsa beni çağır bana söyle, ben kızımı sana dövesin diye değil okuma öğrensin diye gönderdim” diye hocayı haşladıktan sonra bir daha da kızını kursa göndermemiş. Annem okumayı çok sevdiği için şikâyet ettiğine pişman olmuş. Sonradan kendi gayretiyle Kuran’ı düzgün okuyabilmeyi öğrenmiş. Hatırlarım eski Türkçe yazılı romanlar ve masal kitapları okurdu ve okuduklarını bize masal olarak anlatırdı. Hatta hangi eve gece oturmalarına gitsek gerek ev sahibi gerek çocuklar annemden masal anlatmasını isterlerdi. Annem de kimseyi kırmaz anlatırdı bazı masallar türkülü olurdu.

 

Annem üvey babası Hasan dedemi çok sevip baba demiş ki Hasan dedem de Annemi dört oğlan arasında bir kız diye kendi kızı gibi çok severmiş.

 

Annem Raife beyaz tenli güzel bir genç kız olmuş ve henüz 16 yaşında iken Osman isimli bir oğlan talip olmuş ve uygun bulup nikâhlamışlar. Ancak annemin bu Osman’la yıldızı hiç barışmamış. Ne kadar nikâhlı kaldılarsa da bu Osman’ı hiç sevememiş ve annesine istemiyorum diye diretmeye başlamış. Bu isteği kabul görmeyince hastalanıp yatağa düşmüş. Günden güne kötüye giden kızını kaybedeceğini anlayan Anneannem oğlanın ailesine durumu anlatmış. Ailesi de Osman’ı ikna edip boşanmışlar. Annem günler sonra düzelip sağlığına, güzelliğine ve neşesine kavuşmuş.

 

Bu defa da Ahmet TAHTA isimli bir genç anneme talip olmuş. Annem bu genci beğenmiş. Ahmet askerlik çağı gelen bir gençmiş. O zamanlar İstanköy Adası Osmanlı hâkimiyetinde ve bir kural var her kim öksüz bir kızla evlenirse askerlikten muaf tutulurmuş. Ahmet’le Raife nikâhlanmışlar. Hacı Bekir dedemin ölmüş olması nedeniyle annem öksüz sayılıp Ahmet de askerlikten kurtulmuş. Ve düğün günü kararlaştırılmış. O düğün günü, 1912 de İtalyan’ların hiç harp yapmadan adayı işgal ettikleri güne denk gelmiş. Bu yüzden annem doğduğu günü bilmezdi ancak evlendiği günü bu nedenle hiç unutamadı.

 

Ahmet Tahta’nın bir evi, ve bu evin büyük bir bahçesi vardı. Bu bahçede düğün yapıp evlenmişler. Adada gelenek idi evlenecek olan erkeklerin yüzde doksanının evi olurdu. Anne babalar oğlunu ev sahibi yapmadan evlendirmek istemezlerdi. Kirada oturan çok azdı. Kız da getirdiği çeyizle evi döşerdi.

 

Annem Raife’nin uzun bir süre çocuğu olmamış ve ilk çocuğu kızı Aliye doğmuş yine aradan uzun bir süre geçmiş ve bir de oğlan çocukları Bekir doğmuş. Günler günleri kovalayıp giderken İtalyan işgali altındaki adada Ahmet Tahta isteği ölçüsünde iş bulamaz olmuş. Bir gün karısına “Raife gel biz Anadola gidelim nasibimizi orada arayalım” demiş.

 

Hayvanlarını satıp biraz para ile toparlanmışlar, yanlarında götüremeyecekleri eşyalarla evi kilitleyip Anadola geçmişler yani Bodrum’a gelmişler. Ahmet’in çok önce Bodrum’a göçmüş bir ağabeyi varmış Bodrum’da berberlik yapıyormuş. Ancak Ahmet’e yakınlık göstermemiş evine bile davet etmemiş. Ahmet’in ağabeyinden yardım göremeyen annemler Bodrum’un Güllük köyüne geçmişler ve orada bir ev bulup yerleşmişler.

 

Ahmet Tahta çok çalışkan bir gençmiş. Güllük’te dağdan kazarak bir maden çıkarılıyor, o madenler atlara eşeklere yüklenip Güllük Limanına getirilip yığılıyor, daha sonra limana gelen gemilere bu madenler mavnalara yüklenerek aktarılıyormuş. Ahmet de bu işte çalışmakta ve işinden memnun, üstelik akşamları paydostan sonra da evlere teneke ile su taşıyarak da ek iş yapmakta imiş. Biliyorsunuz o zamanlarda evlerde su hattı yok köyün belirli yerlerindeki kaynaklardan taşıma su ile her iş görülüyor. Evi suya uzak olanların ve taşıma gücü olmayanların da bu su taşıyıcılarına ihtiyacı var. Yani Ahmet’in işleri iyi gidiyormuş.

 

Raife ile Ahmet “Bir ev parası yapıp ev alalım kira ödemeyelim” diyerek para biriktirip altın almaya başlamışlar. Epeyce bir altın biriktirmişler ve hatta Ahmet karısına bir beşi birlik zincir alıp “Raife bunu boynuna takman için aldım, ev almaya paramız yetmezse bozarız ama inşallah bozmayız” demiş.

 

Ahmet maden işinde çalışırken bir gün madenleri mavnaya yükleme esnasında ayağı kayıp mavnadaki kayaların üzerine düşüyor. Arkadaşları yardım edip Ahmet’i evine kadar taşıyıp götürmüşler. Ahmet’in kötü olduğunu görüp “sen bu gün gelme dinlen” diyerek bırakıp gitmişler.

 

O kadar ağır işçinin çalıştığı bir yerde bu işçileri çalıştıran şirketin bir doktoru bile yokmuş. Doktor ne ki Bodrum’a gidecek bir at arabası bile yokmuş.

 

Ahmet yataktan kalkamamış ve üçüncü gün ağırlaşıp hayata veda etmiş.

 

Annem Raife, iki çocuğu ve üç aylık hamile iken elin gurbetinde bir başına kalınca çaresiz annesine mektupla haber göndermiş. Dedem ve Ninem koşup gelmişler. Annemi derleyip toparlayıp Adaya geri götürmüşler.

 

Annem çok geçmeden bebeğini düşürüp komaya girmiş. Ninem kızını evine alıp adanın iyi olduğu bilinen ünlü Yunanlı Doktoru Vasili’yi getirtmiş. Annem doktorun tedavilerine bir türlü cevap vermiyormuş. Bebek çok önce öldüğü ve karnında zehirleme yaptığı için mi, yoksa bu acılara dayanamadığı için mi bir türlü anlayamamışlar.

 

Kızım ölüyor diye gözünün yaşı dinmeyen Ninem sürekli doktora yalvarırmış “ne olur kızımı kurtar” diye. Son kontrollerini yapan doktor yeni ilaçları yazıp verdikten sonra Nineme “ Fatma Hanım işimiz Allaha kaldı” diyerek gitmiş.

 

Ninem kızının etrafında fır dönüyor doktorun verdiği ilaçları saati saatine içirip Allaha yalvarıp beklemiş. İlaçlarını içirmesinden birkaç saat sonra Annem gözlerini açıp “Anne ben acıktım” deyince. Açım dediğine göre, ölüm iyisi oldu, kızım ölüyor diye ninem daha beter ağlamaya başlamış. Gidip bir pirinç çorbası pişirmiş ve soğutup Anneme içirmiş. Karnı doyan Annem daha da bir iyi olup kendine gelmiş ancak Ninem hala tereddütte.

 

Dedem tarladan çift sürmekten gelmiş her gün yaptığı gibi hemen Annemin yanına çıkmış nasıl diye. Annem yatağında oturmuş “Hoş geldin Baba” deyince Dedem afallamış. Nineme koşup “Fatma gördün mü Raife yatağında oturmuş bana Hoş geldin dedi” demiş. Ninem “farkındayım Hasan ben hala korkuyorum kızım ölüm iyisi mi oldu acaba”. Dedem “Yahu kadın sen delirdin mi kaç gündür dil ağız vermeyen bir hasta böyle yatağın üstünde oturabilir mi? Hadi gel yanına oturalım bizden kuvvet alsın” diye ninemi, teselli etmiş. Gidip yanına oturmuşlar Ninem hala gözünün içine bakıyormuş acaba kızım ansızın mı ölecek diye, korka korka, ağlamaklı ama belli etmeden.

 

Gün geçtikçe Annem iyileşmeye başlamış. Birkaç gün sonra da doktor uğramış bu kıza ne oldu, ödümü yaşıyor mu diye. Hastayı ayakta sapasağlam görünce parmağı ağzında kalmış. “Fatma gözün aydın kızın iyileşmiş emin ol. Ben ölür diye bırakıp gitmiştim. Demek doğanı da öleni de Allah biliyor” diyerek Annemin yanağını okşayıp yeni ilaçlar ve birçok nasihat vererek sevinçle evden ayrılmış. Anneme bu hastalığından kulağında bir arıza kalmış bir kulağı biraz ağır işitiyor biraz yüksek sesle konuşmak gerekiyordu.

 

Dedem, Ninem, Dayılarım, Annemi iyice iyileşene kadar evden bırakmamışlar. İyice iyileşen Annem günü gelmiş ve iki çocuğu ile Anadola göçerken kilitleyip bıraktıkları evine geri dönmüş. Güllük’te bırakıp geldikleri Ahmet’i ne kadar özlese de çare yok. Bundan sonra iki çocuğun yükünü tek başına taşıyacağını düşünüp bağlamış beline kuşağını toparlamış kendini. Rum komşusu Filyat teyzeden terzilik öğrenmiş, Ninemden de yorgan dikmesini öğrenmiş, kendine elle çevrilen uzun mekik bir dikiş makinesi almış ve evin geçimini sağlamaya başlamış.

 

150 senelik o makine hala bende duruyor, ona iyi baktım ben öldükten sonra da çocuklarım ona iyi bakacaklar.

 

….1. BÖLÜMÜM SONU….

 

NOT : İstanköy (Kos) Adasının İtalyanlarca işgali 20 Mayıs 1912

Bir yorum

  1. Çok teşekkür ederiz. İlgiyle okuyacağız.

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*

x

Check Also

İSTANKÖYLÜ KIZ …..20. BÖLÜM…..

İSTANKÖYLÜ KIZ …..20. BÖLÜM….. 1945 yılına girmiştik bakalım bu yıl bize ne ...